Bir kısa öykü denemesi…
Telefonunu karıştırırken Goethe’nin “Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir” sözünü görünce ister istemez içinde bulunduğu ortamdan sıyrılarak kendi dünyasına döndü adam. Masadakiler konuşuyor kendi dertlerini anlatıyor, biri politika diğeri spordan dem vuruyordu ama O çoktan bu sözün esiri olmuştu bile. Yaşadıkları bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Herkesin kendine sakladığı yaşanmışlıklar O’nun için de geçerliydi ve bir süre bunları düşündü. Bazen “keşke taş kalpli ve vurdum duymaz olsaydım” dediği anları hatırladı, bu tarz insanları imrendiği zamanlar olmuştu. Sonra bu düşüncesinden sıyrıldı, çünkü herkesin bir fıtratı vardı ve insanın o yaratılış biçimine uygun hareket etmesi gerektiğini düşündü. Aksi takdirde kendisi olamayacaktı. Başkası olmaktan da her zaman imtina ederdi, eskilerin dediği gibi “nev-i şahsına münhasır” olmalıydı insan.
O sırada kulakları tırmalayan bir ambulans sesi, düşüncelerinden sıyrılmaya yetmişti. Etrafına baktı boş boş, yanından geçen kediyi son anda farketti. Kedileri çok severdi, belki bir kedisi olmamıştı ama onların özel yaratılmış varlıklar olduğuna inanırdı hep. Yanına yaklaşan kediyle göz göze geldi, gülümsedi. Sonra çayından bir yudum aldı ve beğendiği bu sözü Instagram’da paylaştı. Yanında oturanlar dalgınlığının farkına vararak sebebini sordu, O da “hiç” diye geçiştirdi. Bazen tek kelimelik cevaplar çok şey barındırır ya içinde, “hiç” de onlardan biriydi.
Ayağa kalktı, izin istedi ve yürümeye başladı. Yürümeyi severdi, hele de kulağında sevdiği müzikler olursa tadı bir başka olurdu. Yürürken düşünmeye devam etti. Bu hayatın neşe ve kederle örülü olduğunu ve bunların birbiri ardı sıra geldiğini anımsadı, tıpkı sinüsoidal bir dalga gibi. Oysa insan ruhu geldiği yeri arıyor ve hep mutlu olmayı istiyordu. Her daim bunun olamayacağını biliyordu. Belki salt mutluluğu değil huzuru arıyordu insan. “Bu dünyadaki her nimete bir keder karışması şarttır” sözünü hatırladı, sözün doğruluğundan emindi, zira bunca yıllık hayatında her defasında bunu yaşamış, görmüş ve içselleştirmişti. Çekilen acıların insanı olgunlaştırdığını düşündü, bu yüzden vardılar zaten. Aksi halde sivri yanlarımızı nasıl törpüleyebilecektik? Halıyı temizlemek ve kirlerinden arındırmak için önce suyla ıslatır, sonra çubukla döver ve en sonunda güneşin altında bırakırlar. İnsana da bu oluyordu arınması için zaman zaman. Herkesin bir hikayesi varsa acısı da kendine göreydi. Biraz daha yürüyünce yolun karşısına geçti, deniz kenarına gelmişti. Yerden bir taş aldı ve denize doğru fırlattı. Sonra uzun uzun denize baktı. Denize bakmak, tıpkı gökyüzünü seyretmek gibi sonsuzluğu hatırlatıyordu adama. Kendini biraz daha iyi hissetti. Arabasına doğru ilerledi ve bindi. Araba hızlanırken parkta oynayan çocukların cıvıltısı geldi kulağına. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, bu hayatın fani olduğunu düşündü ve kalbine eğilerek “Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık” diyerek hızla uzaklaştı…..