Bir zamanlar yaşlı ve bilge bir adamın yaşadığı bir köy varmış. Köylüler ne zaman bir konuda çıkmaza girseler, kaygıya kapılsalar, bu adamın yanına koşar ve onun açıklamalarıyla tatmin olurlarmış.
Bir gün köyün çiftçilerinden biri, büyük bir telaş içinde bilge adama gelmiş.
“Bilge adam, bana yardım et. Korkunç bir şey oldu. Öküzüm öldü, tarlamı sürecek başka hayvanım yok! Söyle bana, bundan daha kötü bir şey olabilir mi?
Bilge adam cevap vermiş:
“Olabilir de, olmayabilir de“.
Adam bir koşu köye dönmüş ve komşularına bilge adamın aklını kaçırdığını söylemiş. Tabii ki, başına gelenden daha kötü bir şey olamazmış. Bilge adam bunu nasıl göremiyor diye düşünmüş…
Ne ki, ertesi gün çiftçi, çiftliğin yakınlarında başıboş gezen genç ve güçlü bir at görmüş. Adamın artık bel bağlayacağı öküzü olmadığı için aklına bu atı yakalayıp ölen hayvanının yerine kullanmak gelmiş.. ve atı yakalamış. Ne sevinmiş! O güne kadar tarla sürmek hiç bu kadar kolay ve keyifli olmamış. Yanıldığını söyleyip özür dilemek için bilge adama gitmiş.
“Haklıymışsın bilge adam. Öküzümü yitirmek, olabilecek en kötü şey değilmiş. Tersine Allah’ın bir nimetiymiş. Eğer başıma bu gelmeseydi yeni atımı yakalamazdım. Sen de kabul edersin ki, bu da olabilecek en güzel şey”.
Bilge adam bir kez daha “Olabilir de, olmayabilir de” demiş.
“Eyvah” diye düşünmüş çiftçi. “Bu adam gerçekten keçileri kaçırmış”…
Oysa, çiftçi yine olacaklardan habersizmiş. Birkaç gün sonra oğlu ata binerken düşmüş. Bacağı kırıldığı için artık tarlada babasına yardım edemeyecek duruma gelmiş. Açlıktan öleceğiz diye hayıflanmış ve bir kez daha bilge adamın yolunu tutmuş. Bu kez ona, “Atı bulmamın olabilecek en güzel şey olmadığını nasıl bildin?” diye sormuş. “Bir kez daha haklı çıktın, oğlum sakatlandı ve tarlada ban yardım edemez hale geldi. Bu kez artık bundan daha kötü bir şey olamayacağına eminim. Herhalde sen de kabul edersin”. Ne var ki, bilge adam yine sakin bir ifadeyle çiftçinin yüzüne bakmış ve onun üzüntüsünü paylaşan bir sesle:
“Olabilir de, olmayabilir de” demiş. Bilge adamın bu denli cahil oluşuna öfkelenen çiftçi hışımla tekrar köyüne dönmüş.
Ertesi gün köye askerler gelmiş ve yeni patlayan savaş için ne kadar eli ayağı tutan erkek varsa götürmüşler. Köyde bıraktıkları tek genç adam, çiftçinin oğluymuş. Böylece orduya alınanlar büyük ihtimalle ölecekken, oğlanın hayatı kurtulmuş……
Başımıza gelen hiç bir şey hakkında yorum yapmakta acele etmemek lazım. Olur ki, bizim için hayırlıdır ama biz bilemeyiz, göremeyiz. Bazen akışına bırakmak gerek hayatı, ve olacakları izlemek lazım. Herşeyde bir hayır vardır der eskilerimiz, hatta en sevdiğim sözlerden biri de şudur: “Olanda hayır vardır“.
Bu yazı, Green Card talihlisi bir arkadaşımın yaşadıklarını anlatıyor. Çekilişe başvurma, kabul edilme, Amerika vizesi alma, evlenip Türkiye’deki işini bırakarak Amerika’ya yerleşme hikayesi. Kendisine yazı için teşekkür ederim…
Öncelikle bana, tüm süreç boyunca içimde birikenleri içtenlikle paylaşma imkanı veren sitemize teşekkür eder, sonrasında da anlatacaklarımda kendiyle alakalı neler olabileceğini düşünenler için durumumu özetlemek isterim. Bu konuda hiçbir şey bilmeden yola çıkıp green card ı basım sürecine girmiş biri olarak yardım edebileceğim bir konu olursa ne mutlu bana çünkü ben de her şeyi internet siteleri yardımıyla hallettim.
Green Card başvurusu ve kazanınca yapılması gerekenler
Kasım 2015 tarihli başvurum ile Div-2017 talihlisiyim, Ağustos 2016’da DS-260’da bekar olarak çekilişe başvurdum, Mart 2017’de görüşmeyi bekar olarak yaptım, vizem onaylandı, sonra hemen arkasından evlendim, soyadımı koruyarak ilave Osmanin soyadını aldım, pasaportumu değiştirmedim, Nisan 2017’de tekrar görüşmeye bu sefer Osmanla gittik (Osmanin yurt dışı geçmişi olduğundan bir de ilave başka ülkeden sabıka kaydı işlemlerimiz oldu ayrıntıları aşağıda vereceğim), vizelerimiz onaylandı, 26 Temmuz’da da ilk girişimizi New York’tan birlikte yaptık, ben Elektrik-Elektronik Osman Elektronik-Haberleşme Mühendisi, Türkiye’de haberleşme sektöründe çalışıyorduk, yine telekomünikasyon üzerinden iş aramaya devam ediyoruz, Osman Amerika’dan dönmedi, Philadelphia’da green card’larımızı bekledi, 1 hafta içinde SSN kartı geldi, ben halen Türkiye’deki işime devam ediyordum, iş durumlarımıza göre nihai şehrimizi belirleyecektik. Özellikle görüşme öncesi-sonrası medeni durum değişikliği ve bu süreçteki yazışmalar hk bilgi almak isteyenler olursa yardımcı olmak isterim çünkü ben en çok bu konuda sürekli bir endişe halindeydim J
Tüm macera şezlongda güneşlenirken radyoda green card başvuruları 3 gün sonra sona eriyor haberini duyan abimin arayıp da bak bakalım nasıl bir seymiş, çakalım birer başvuru bu demesiyle başladı. Halbuki, öncesinde konuya dair ne bilgimiz, ne de merakımız vardı J
Kasım 2015 ‘te Div-2017 için ben ve birkaç arkadaşım başvurduk, bekardım, Mayıs 2016 ‘nin sonlarında “Aa böyle bir şey vardı” diye aklıma geldi (halen bilmeyen varsa çekiliş sonuçları size mail olarak gönderilmiyor, bilfiil giriş yaparak kontrol etmelisiniz) ve sisteme girdiğimde karşıma çıkan yazıda “You have been randomly selected for further ..” şeklinde bir açıklama bulunuyordu. Hemen arkadaşlarıma haber verdim ve onların da kontrol etmesini istedim ancak başka hiç kimsede böyle bir bildirim yoktu. Çekilişi kazanmış olabileceğimi o zaman düşünmeye başladık ve sonrasında çeşitli forumlar ile ev sahibi sitemiz üzerinden olaya dahil olmaya başladım.
Ağustos 2016 ‘da DS-260 doldururken bekardım ve henüz evlilik ile alakalı bir durumumuz yoktu. Açıkçası form doldururken dahi halen “Şimdi çıktı mı ki bana” diye düşünüyorduk, sonraki araştırmalarımızdan anladım ki çok aykırı bir durumunuz yoksa çekilişten sonraki dönem tamamen bürokrasi demek. Benim numaram 2017EU13… şeklindeydi, Ocak 2017’de 1 Mart için randevu maili geldi. Halen görüşme olmadan işin kesinleşeyeceğine inanamadığımızdan yine evlenmedik, ben görüşmeyi bekar olarak yaptım. Evraklar için bankada para, son 6 ay maaş bordrom, hesap hareketlerim ve sahibi olduğum evin belediyeden ederini gösteren bir belgeyi toplamaktı en çok dikkat ettiğim, diğerleri Ankara’daki sağlık kontrolü ve nüfusa ait bilgilerdi. Görüşme çok rahat geçti ve meşhur sarışın yabancı hanım sadece hal hatır sorarak vizemi onayladı. Hemen orada yakın zamanda evlenmeyi düşündüğümüzü, bu konuda ne yapmamız gerektiğini sordum. Türk bir başka görevli açıklamada bulundu. Çok vakit kaybetmeden nikahınızı yapın ve yeni nüfus örneğiniz ile evlilik cüzdanınızın örneğini gönderin bize dedi.
Artık işler kesinleştiği için 3 hafta içinde nikah işlemlerini hallettik. Bu arada artık yıldırım nikahı diye bir şey yokmuş onu da öğrendik :)) Evraklarınızı ve sağlık raporunuzu verdikten sonra memurun uygun olduğu her an nikah kıyılabiliyor. Nikah sonrası 1 hafta içinde nüfus bilgilerimiz güncellendi ve yeni kayıt örneği ile evlilik cüzdanı fotokopilerini konsolosluk sitesindeki soru formu (https://tr.üşembassy.gov/tr/visaş-tr/contact-immigrant-visa-section-tr/) üzerinden iletmek istediğimizi bildirdik. Bize “Kargo ile gönderebilirsiniz” dönüşünü yaptılar. Konsolosluğa ait kurye servisi üzerinden ücret ödemeden ben üzerinde vize basılı olan bekarlık soyadımın olduğu pasaportumu geri gönderdim. Bu süreçte en çok ortada kaldığımız konu benim pasaportumu değiştirip değiştirmemem gerektiği oldu. Nikahtan sonra kendi soyadımı koruyarak Osmaninkini de almıştım ama hem işlemlerin bir an önce hallolmasını istememiz hem de üzerinde vize basılı olan pasaportun iptalinin herhangi bir sıkıntıya yol açması ihtimaline karşın ben pasaportu değiştirmeden geri gönderim konsolosluğa. Sonrasında takribi 10 gün sonrasına tekrar görüşme için mail aldık. Osmanden DS-260 üzerine sadece nüfus kayıt örneği istendi, herhangi bir mali bilgi istenmedi, hemen çok hızlı bir sağlık raporu aldı ve beraber görüşmeye gittik. Bizim nikahımızı benim vizemin onaylanması sonrasında yapmış olmamız, görüşmede ilişkinin ispatı için belge talebi ve sorularla karşılaşmamız anlamına geliyordu maalesef. Çünkü bu işi para karşılığı yapan çok kişi varmış!.. Yaptığımız araştırmalarda ve önceki senelere ait okuduğumuz tecrübelerde sürekliliği olan bir ilişkimiz olduğunu hem bir takım fotoğraf, mail, mesaj gibi belgeler hem de görüşme sırasındaki soracakları sorulara vereceğimiz cevaplarla kanıtlamamız gerektiği yazıyordu. Bu yüzden hem farklı zamanlara, seyahatlere, gezmelere, ortamlara ait birlikte olduğumuz fotoğrafları hem de bilumum kız isteme, yüzük takma, nikah gibi ailelerin dahil olduğu fotoğrafları bastırdık. Ayrıca ben aramızdaki sohbetleri gösterir mail ve mesajların da çıktılarını alarak dosyaya ekledim. Görüşmeye elimizde fotoğraflar, çıktılar, parmağımızda yüzükler ile sağlam bir heyecanla girdik. Ancak ne o bütün kendimizi çapraz sorguya hazırlayışımıza ne de tanışmamız ve özellikle son 1 yıl içindeki görüşmelerimiz hakkındaki farklı şeylerden bahsetmemek adına pratik yapışlarımıza gerek kalmadı. Yine sarışın sempatik yabancı hanımla karşılaştık, beni evraklardan hatırladı, şöyle bir bize baktı, “Ooo hayırlı olsun” dedi, sadece “Nasıl tanıştınız” diye öylesine bir sordu, biz de birbirimize sen mi anlat ben mi anlat diye bakarken birkaç kelime söyledik ve Osmane “Sağ elinizi kaldırabilirsiniz” diyerek bütün o bekleyiş mutlulukla sonlandı =) (dipnot: benim vizem benden kaynaklı bir değişiklik sebebiyle iptal edildiği ve tekrar basıldığı için bir 330$ daha verdim)
Bir tek ilk evrakları teslim ettiğimiz yerde farkettik ki bir konuyu atlamışız; Osmanın Azerbaycan’da 3 yıl yaşamışlığı olduğundan oradan da bir adli sicil kaydı gerekiyormuş (1 yıldan fazla başka ülkede yaşamışsanız bu evrak isteniyor, biz onu gitmeden önce sanki son 1 yıl gibi algılamışız o yüzden bu belgeyi almamıştık) bu yüzden Osmana AP (Administrative Processing) verildi ve belgeyi temin etmesi istendi. Görüşme sonrası benim yine 1 hafta içinde pasaportum geldi. Azerbaycan’dan evrağın temini için oradaki konsolosluğa onların dilinde başvuru gerekiyordu, arkadaşları yardımcı oldu. Ancak verilen cevabın ya İngilizce olması ya da yeminli tercüman ile çevirisinin olması gerekiyor, bu önemli bir ayrıntı. Evrak git-gel işlemleri sonrasında yine konsolosluk kurye servisi üzerinden gönderdik ve Osmanin de vizesi onaylı pasaportu elimize ulaştı. Bütün bu işlemler tamamlandıktan sonra benim kalan tek endişem üzerinde sadece bekarlık soyadım olan pasaportla ülkeden çıkışta ve Amerika’ya girişte sorun yaşamamak oldu. Bu konuda Osman hava limanı güvenliği ile görüştü ve ben de konsolosluğa soru formu üzerinden yazdım. Güvenlik sorun olmayacağını, ihtiyaten evlilik cüzdanını yanımda bulundurmamın yeterli olacağını söylemiş. Konsolosluk da kabaca çok isterseniz gönderin iptal edelim, bir 330$ daha alalım basalım yeni vize ama sorun yaşamayacaksınız şeklinde bir dönüş yaptı. Ben de kapılardan geçene kadar bu endişeyi üzerimde taşıdım açıkçası. Bu konuda ne ülkeden çıkışta (bu arada pasaport bilet uyuşmazlığı gibi bir durum olur diye biletimi de kendi soyadım ile aldım) ne de Amerika’ya girişte sorun yaşamadık. Şimdiki yeni merakım green card ların nasıl geleceği yönünde. Bakalım orada soyadımı ekleyecekler mi heyecanla bekliyorum.
Biz ülkeye JFK ‘den New York ‘tan girdik. THY ile direkt uçtuk, Terminal 1’ e indik ve çok da yoğun olmayan bir sıra ile yaklaşık 25dk sonra pasaport kontrol memurunun önündeydik (burada daha kısa zamanda memura ulaşmak istiyorsanız uçağın ön taraflarını tercih edebilirsiniz). Memurun yanına işlemlerimizin ortak olacağını düşünerek birlikte gittik (aileler belki de hep bu şekilde yapıyordur tam bilemiyorum ama bizimkisi acemilik kaynaklı bir kararsızlıktı sanırım). Başvuruda yazılı adresimizi değiştirmemiz gerekiyordu. Siz de böyle bir şey yapacaksanız memur işlemlere başlamadan hemen söyleyin biz o anki korkumuzdan biraz geç söyledik, kızmadı ama keşke baştan söyleseydiniz dedi. Evraklarla ilgili başka ekstra bir durum olmadı. Green Card için bir odaya alarak işlem yapacaklarını düşünüyorduk ama direkt gişede parmak izlerimizi alarak geçirdiler. USCIS ödemelerimizi gitmeden yapmıştık, birkaç gün sonra sistemde açtığım hesabıma baktığımda yeni adresin oraya işlenmiş olduğunu gördüm.
Ben birkaç gün New York’ta kaldıktan sonra geri döndüm (Otel yerine airbnb tercih ettik ve gayet memnun kaldık, bu yeni oluşumu destekliyorum ve tavsiye ediyorum. Seçim yaparken süperhost olmasını gözetmeniz ve yorumları iyi okumanız doğrultusunda bir problemle karşılaşacağınızı zannetmiyorum, Osman yeni yerinde de airbnb üzerinden ayarladığı bir yerde kaldı), Osman Philadelphia’da kartları bekledi. Green card gelmeden SSN başvurulmaz gibi bir algımız vardı bizim meğer öyle değilmiş. Çeşitli koşuşturmacalardan bu konuda ayrıntılı araştırmamışız, atlamışız. Bilseydim ben de oradayken SSN için başvururdum. Osman Pazar günü geçti yeni yerine, Pazartesi başvurdu, 3 gun ıcınde gelmiş kartı gayet hızlı bir şekilde. Aynı hızı green card lardan da bekledik ve onlar da çok fazla sürmeden Osmanın eline ulaştı =)
Sonra ne mi oldu? E sonrası da gelecek elbette, beklemede kalın ve aklınızda bu konu hakkında merak ettikleriniz varsa lütfen çekinmeden sorun,
Tüm vizesini alıp yerleşen, süreçleri devam eden ve bu konulara dahil olmak isteyenler için her şeyin çok güzel olmasını dileriz,
Bu yazı Popular Science Dergisi’nde yeralıyor. Önce yazı, sonra kendi düşüncelerim…
Bilime Göre Mutluluk Hakkındaki En Büyük Bazı Yanlış Kanılar
Ayrıca bu konuda yapabileceğiniz gerçek şeyler…
Bazı insanlar mutluluğu küçük bir anda yaşanan his gibi görürler; eski arkadaşlarla yapılan bir sohbet, sıcak bir yemek gibi. Bazıları da onu çok derin bir şey gibi, bir tür aydınlanma gibi görürler.
Bilim insanları onu başka türlü görmeye eğilim gösteriyorlar. Yani şöyle, alçalıp yükselen, devam eden bir hal gibi; ancak, insanların hayatlarını nasıl yaşadığına dayalı olarak bunun kontrol edilebileceğini düşünüyorlar.
Mutluluğun bilimi hakkındaki en büyük bulgulardan bazıları, pek çok insanın sevinci nasıl bulacağı konusundaki fikirleriyle çelişiyor.
İşte o yanlış kanılardan bazıları.
1. Para mutluluğu artırır; ancak sadece bir noktaya kadar.
Daha yüksek maaş iyidir, ancak geniş bir araştırma hacminin öne sürdüğüne göre ille de mutluluğunuzu artırmaz. İlk zamanlarda yapılan bazı davranışsal ekonomi çalışmalarında, mutluluğun düzlüğe girmeye başladığı noktanın yılda yaklaşık 75.000 dolar maaş olduğu bulundu.
Takip eden çalışmalarda, belli bölgelerdeki hayat pahalılığına dayalı olarak benzer durağanlıklar bulundu. Örneğin ABD’nin Atlanta eyaletinde yaşayan biri, yılda aşağı yukarı 42.000 dolar kazandığı zaman mutluluğun zirvesine ulaşırken, New York’taki birinin bunun için 105.000 dolar kazanması gerekecek.
Bir bayramda veya doğumgününde gelen hediyelerin paketini açmak elbette eğlencelidir, fakat bilim, o hediyeleri satın alan ve paketleyen kişinin sizden daha fazla mutluluk elde ettiğini öne sürüyor.
2008 yılında yapılan bir çalışmada insanlar, kendileri yerine diğer insanlara para harcadıkları zaman mutluluk seviyelerinin fırladığını söylemişti. Bunu takip eden ve 2013 yılında yapılan bir çalışma ise, söz konusu bulgunun sadece Kuzey Amerika’da yaşayan insanlar için değil, 136 farklı ülkede yaşayan insanlar için geçerli olduğunu göstermişti.
Ayrıca bu yılın başlarında yapılan bir çalışma, cömertlik ve mutluluk arasında sinirsel bir bağlantı bulunduğunu göstermiş ve insanların aslında sosyal hayvanlar olduğu gerçeğini daha fazla pekiştirmişti.
3. Çok fazla seçme özgürlüğü, mutluluğu azaltabilir.
Psikolog Barry Schwartz, hiç seçenek olmamasından ziyade bazı seçeneklere sahip olmanın daha iyi olduğunu söylüyor. Ancak bu, daha fazla seçeneğin her zaman daha iyi olduğu anlamına gelmiyor.
Schwartz’ın yaptığı araştırmada bulunduğuna göre eğer insanlara çok fazla seçenek sunulursa, karar verme becerileri bir nevi kapanıyor. Bazı sinirbilim araştırmaları da seçim yapmanın yorucu olduğunu ve diğer bölgelerdeki algısal becerilere zarar verebildiğini göstermişti.
Bu bulgular, Northwestern Üniversitesi’nde sinirbilimci olan Moran Cerf’in, şaşırtıcı bir alışkanlığı benimsemesine yol açtı: Kendisi her zaman bir menüdeki günün yemeği listesinde ikinci maddeyi seçiyor ve gün içinde daha önemli seçimler yapmak için beyninde yer açıyor.
4. Daha uzun tatiller her zaman buna değmez.
Psikolog Daniel Kahneman, insanların aslında iki ayrı karakterden oluştuğunu yazmıştı: tecrübe eden karakter ve hatırlayan karakterden. Tecrübe eden karakter o anda yaşarken, hatırlayan karakter ise hayatın tadını geriye dönüp baktığında çıkarıyor.
Tatiller, birçok insan için mutluluğa giden nihai bilet olma özelliğini taşıyor ancak Kahneman, hatırlayan karakterin bakış açısından bakıldığında, iki haftalık tatillerin bir haftalık seyahatlere göre iki kat iyi olmadığını öne sürüyor.
Her günü farklı geçirmediğiniz sürece, anıların hepsi birbirine karışacak ve bunun için daha mutlu olmayacaksınız.
5. Kimse her zaman mutlu olmaya çalışmamalı.
Mutluluk hakkındaki büyük bir yanlış kanı da, bunun ulaşılıp sonsuza kadar elde tutulacak bir şey olduğu. Bilim, insanları bu zihniyeti reddetmeye çağırıyor ve bunun yerine, mutluluğu çok yönlü olarak görmelerini söylüyor.
Birbiriyle çelişen birden fazla mutluluk türüne sahip olmak mümkün. Örneğin kendinizi yeni bir kitap veya daha uzun vadeli diğer bazı hedefler üzerinde çalışmaya adadığınız için akşam yemeği davetlerini geri çevirmeye ihtiyaç duyduğunuz zamandaki gibi.
İnsanların mutluluğu en fazlaya çıkarması için, kötü zamanların nasıl göründüğünü bilmeleri gerekiyor gibi; bilim insanlarının bulduğuna göre dert çekmek, egzersiz yapılması gereken bir şey.
6. Kincilik, insanların mutlu olmasını gerçekten önlüyor.
Olumsuz duygularla başa çıkmak zordur ve birçok insanın kaçınmak istediği bir şeydir. Ancak yapılan çok miktardaki araştırmada, geçmişte yapılan kötülükler için diğerlerini (ve kendini) affetmenin, uzun vadeli stresi azaltmada ve psikolojik refahı iyileştirmede çok yararlı olabildiği keşfedildi.
2015 yılında yapılan bir çalışmada da kini bırakmanın, fiziksel gücün artmasına yol açabildiği bulundu. Birini affettikleri zamanı düşünen katılımcılar havaya zıpladıklarında, zıplamadan önce kin tuttukları bir zamanı düşünen katılımcılara göre daha yükseğe zıpladılar.
Bazı insanlar görüyorum, büyük mutluluklar peşinde. Şöyle olsun böyle olsun ancak o zaman çok mutlu olacağım diyorlar. Oysa mutluluk dediğimiz şey ulaşacağımız nokta değil, aslında o yolculuğun güzel geçmesi. O yüzden, klişe olacak ama, küçük mutluluklar peşinde olmak her zaman daha iyi hissettirir.
Mutlu olmak için yarını beklemek, bir nehrin kenarında durup karşıya geçmek için nehrin durmasına benzer. O yüzden, şimdi….
Parayla mal mülkle mutluluk bir yere kadar gerçekten fakat paranın önemi büyük, hele bu çağda. Çocuğunun çok istediği bir oyuncağı veya yiyeceği -maddi sebeplerden dolayı- alamayan bir annenin neler hissettiğini düşünmek lazım.
Beklentileri minimuma çekmek. Biliyorum çok zor bu ama elimizden geldiğince bu yolda ilerlemeliyiz: “Umma ki, küsmeyesin” !
Sen mutlu ol ki, etrafına da mutluluk veresin. Kendini sevmeyen bir insanın başkalarını da doğru dürüst sevemeyeceğini düşünürsek mutluluk konusunda dış etkenlerden çok, önce kendimizden işe başlamamız gerekir.
Bencil olmayın. O kadar önemli ki, yaşanan birçok mutsuzluk veya iletişim kazalarında bencilliğin yeri çok fazla. Mutlu olmak için biraz da ben değil, sen demek lazım. Bunun ölçüsünü kaçırmamak lazım tabii. Yerine göre fedakar olmak lazım, diğergam olmak lazım. Çünkü manevi şeyler insanı maddi şeylerden daha çok mutlu ediyor…
Güne güzel başladınız. Sabah sevdiklerinize, bulutlara ve çiçeklere günaydın dediniz ve gülücükler dağıttınız. Sonra işlere koşturdunuz. Keyfiniz yerinde ve bunu hiç kimse bozamaz diye düşünüyorsunuz….
Fakat iş arkadaşınız hiç beklemediğiniz bir sözle canınızı sıktı. Sen de nereden çıktın der gibi bakarken o sırada müdürünüz geldi ve dün istediği raporu neden yetiştirmediğini sordu sitemle. O’na cevap verirken bankanızdan geldiğini anladığınız çalan telefon, sinirlerinizi biraz daha yıpratmaya sebep oldu. Ve kendinizi dışarı atmak istediniz.
5 dakika önceki ruh halinizden eser kalmadı. Hani güne güzel başlamıştınız, ne oldu? Bir sigara yaktınız, oflayıp puflarken gökyüzünde salınan bir uçurtma gördünüz ve aklınıza küçükken kırlarda uçurduğunuz uçurtma geldi. Bir anda o güne gittiniz ve ruh haliniz değişti, mutlu hissettiniz kendinizi. İşte bu çapalamaya bir örnek.
Aslında yukarıdaki hikaye hemen her gün başımıza geliyor. Dışarıdan gelen ve elimizde olmayan üzücü ve moral bozucu etkenlerden kurtulamıyoruz. Peki sonrasında yaşadığımız mutluluk anı? O da bazen oluyor ama her zaman gökyüzünde uçurtma görecek durumda olamıyoruz 🙂
NLP’de sıkça kullanılan çapalama tekniği ile uçurtmayı görmeyi sağlayabiliyor ve o üzüntülü ruh halinden çıkış yapabiliyoruz. Peki bunu nasıl yapacağız?
Çapalama Tekniği
Dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz: görme, duyma, koku alma, dokunma ve tat alma. Bu duyularımızla olayları ve durumları bilinçaltına kaydediyoruz. Daha sonra benzer bir durumla karşılaştığımızda hafızamızdaki çekmeceden bunu çıkarıyor ve sanki o anı yaşıyormuşuz gibi oluyoruz. (Bilinçaltıyla ilgili bu yazıya bakılabilir)
Bir nevi o ana ve duyguya çapa atıyoruz. Çapalama tekniği ile bunu bilinçli bir şekilde yapıyor ve o anki üzüntülü ruh halinden kurtulabiliyoruz.
Çapalama Egzersizi
Sakin bir ortama geçin, isterseniz sizi rahatlatabilecek mum, tütsü falan da kullanabilirsiniz veya sakin bir müzik de açabilirsiniz. Burnunuzdan derin derin nefes alıp verin birkaç kere. Zihninizi boşaltmaya ve gevşemeye çalışın.
Belli bir sakinliği sağladığınızda sizi çok mutlu eden bir anınızı hatırlayın. Bu bir başarı olabilir, tatil olabilir, kumsalda uzanırken kulağınıza gelen dalga sesleri olabilir….Zihninizde canlandırdığınız bu olayı iyice irdeleyin. Etrafınızda neler görüyorsunuz, kulağınıza hangi sesler geliyor, eğer varsa koku, dokunma..Bunları algılamaya ve o anı yeniden yaşamaya çalışın. Tam anlamıyla hissettiğinizde serçe parmağınıza çimdik atın. Başka bir şey de yapabilirsiniz: işaret ve baş parmaklarınızı birleştirebilirsiniz. Ben serçe parmağımı çimdiklemeyi seçmiştim 🙂 Yeter ki, yapacağınız eylem benzersiz olsun. Şimdi bu olaya bir çapa atmış oldunuz.
Sonra duruşunuzu bozun ve başka bir şeyle uğraşın, telefona bakın vs. Tekrar az önce yaptığınız serçe parmağınızı çimdikleyin, o mutlu anınıza dönebildiniz mi? Eğer olmadıysa yukarıdaki uygulamayı bir kaç kere deneyin. Başarılı olduğunuzda artık o ana bir çapa atmış olacaksınız.
Sonraki zamanlarda kendinizi üzgün hissettiğinizde, kendinizi üzen acı bir olay aklınıza geldiğinizde gözlerinizi kapatın ve serçe parmağınızı sıkın. Bilinçaltınız acıyı unutacak ve çapaladığınız o mutlu ana odaklanacaktır. Bilinçaltı için zaman mevhumu olmadığından şu an o mutlu anı yaşıyorsunuz sanacaktır. Bunu denedikçe sizi üzen ve acı veren olayın daha sonra sizi bu kadar etkilemeyeceğini göreceksiniz.
NLP konusunda uzman değilim, sadece öğrendiğim bu yöntemi basitçe kendimde uyguladım ve başarılı olduğunu görünce paylaşmak istedim. Şüphesiz konunun uzmanları size daha faydalı olacaktır. Sonra, ben yaptım niye olmadı-olmuyor diye bana kızmayın 🙂
Bilinçaltı, bilinç nedir? Ne kadar bilgimiz var, neler biliyoruz bilinç ve bilinçaltı ile ilgili, hiç düşündünüz mü? Daha çok bilgimiz olsa hayatımız ne kadar değişirdi? Bizi yöneten hangisidir?
Zihnimizdeki bölümlerden biri olan bilinç ile başlayalım. Bilinç, kavrayan, yargılayan ve mantık yürüten kısımdır. Bilinçli zihin eleştireldir. Problem çözerken daha çok sorgular. Bu da bazen kararsızlığa ve harekete geçmekte zorluklara sebep olabilir. Bilincimizi kullanarak yaşantımızda seçimler yaparız ama bilinçli zihnimizle yaptığımız bu kararlar, doğduğumuzdan bu yana ailemiz, arkadaşlarımız, çevremizden bize geçen düşüncelerdir. Aslında bilinçaltı tarafından kaydedilen yargılarla seçimlerimizi yaparız.
Bilinçli kısım zihnimizin %10’luk kısmını oluşturur. İşte asıl mesele burada başlar, doğduğumuzdan beri yetiştiğimiz ve büyüdüğümüz çevreden geçen düşünce ve yargılar bilinçaltımıza kaydedilir, işte bu yüzden bizi yöneten asıl şeydir bilinçaltı.. Bilinçaltı dediğimiz kısım zihnimizin %90’ını oluşturur, ama bilinçaltımızın önemi fazla bilinmiyor.
Peki nedir tam olarak bilinçaltı, neler yapar? Bilinçaltı aslında bir arşivdir, doğduğumuz andan itibaren her şeyi kaydeder. Doğru-yanlış diye ayırt etmez. Kayıt ettiği sırada anlamsız olan bir şeye bile yaşantı ile bir anlam yüklenir ve kişinin buna bir tepki vermesi sağlanır. Hayatımız nasıl? Mutlu muyuz, başarılı mıyız, sağlıklı mıyız? Eğer bunlardan bir ya da bir kaçında sorunumuz var ise bilin ki bilinçaltınızda bunlara sebep olacak kayıtlar vardır. Yani bilinçaltı arşivimizde hangi bilgiler mevcutsa ona uygun yaşamları yaşarız. Aslında bilinçaltımızı ne kadar olumlu düşünce ile doldurursak o kadar sağlığa, mutluluğa ve başarıya kavuşacağımızı bilmemiz gerekiyor. Bilinçaltımız başaramayacağımıza inanırsa başaramayız. Bilinçaltımız düşüncelerimiz ve alışkanlıklardan da sorumludur. Temel görevi kişiyi mutlu etmektir. Bilim dergisi, Research Quarterly’de yayınlanan çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırmada basketbol oynayan öğrenciler üç gruba ayrılıyorlar. İlk grup 20 gün boyunca fiziksel antrenman yapıyor. İkinci grup hiç antrenman yapmıyor. Üçüncü grupsa 20 gün boyunca her gün zihinsel antrenman yapıyor, yani zihinlerinde hayali olarak topu tutuyorlar, paslaşıyorlar, atışlar yapıyorlar, başarılı bir maç çıkararak kazanıyor ve seyircinin alkış seslerini duyuyorlar. 20 günün sonunda her gün antrenman yapan ilk grubun performansında % 24‘lük bir artış oluyor, antrenman yapmayan ikinci grupta hiçbir değişiklik olmuyor. Zihinsel antrenman yapan üçüncü grubun performansında da % 23’lük bir artış oluyor. 3. Grup sadece zihinsel antrenman ile 1. grup kadar başarı sağlıyor. Yani bilinçaltı beş duyunun ve hayallerin etkili bir şekilde kullanıldığı bir senaryonun sürekli tekrarlanmasıyla, aslında gerçekleşmemiş şeyleri gerçekmiş gibi kabul etmeye başlıyor ve beyne bu sinyali gönderiyor. Çok enteresan değil mi? Bazen bilinçaltına kaydettiklerimizden dolayı hep aynı hataları yaparız, aynı sıkıntıları yaşarız. Bilinçli zihnimiz bunun farkında olsa bile bilinçaltımız buna izin vermez. Sanki bilinçaltı, bilincin yöneticisi gibidir. Örneğin bilinçli zihnimizle sigarayı bırakmak isteriz ama bilinçaltımız kahve ile içilen sigaranın keyfini bize hatırlatır. Bilinçaltımız bağışıklık sistemimiz ve hormonlarımızı da kontrol eder. Bu sebepten eğer sürekli karamsar, öfkeli ve stresli olursak hem bedensel hemde duygusal daha çok hasta oluruz.
Çok ilginç okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum; 1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi, aldığı şarapları İskoçya’ya götürmektedir. Bir limanda yükünü boşalttıktan sonra, çalışan denizcilerden biri soğuk hava deposuna girer ve içeride kapalı kalır. İçeride kalan denizci, var gücüyle bağırır, ama kimse duymaz. O sırada şilep tekrar yük almak için hareket eder. Mahsur kalan denizcinin açlıktan ölmeyeceği kadar yiyecek vardır depoda. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Ölüme kadarki süreci yazmaya başlar, vücudunun soğuktan nasıl uyuştuğunu, el ve ayaklarının nasıl hissizleştiğini, soğuğun dayanılmazlığını çakısı ile depoya birbir yazar. Şilep tekrar başka bir limanda demir attığında, kaptan depoyu açar ve denizcinin cesedini görür. Çakısı ile yazdıklarını okur ve çok şaşırır. Çünkü soğuk hava deposunda götürülen şarapların 18 derecede taşınması istenmiştir. Yani soğuk hava deposu çalışmamaktadır. Aslında denizci soğuktan ölmemiştir, soğuktan öleceğine inandığı için ölmüştür. (Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’) Peki bilinçaltımızı ikna ederek ve değiştirerek amaca ulaşabilir miyiz? Bunun için her şeyden önce inançlarımızı değiştirmemiz gerekir. Yaşadığımız her şey bizim seçimimizdir. Bunu anlarsak işler daha kolay olur. Yaşadığımız olayları olumluya çevirmek bizim elimizdedir yani bizim “ seçimimizdir.”
Bilinçaltınıza alacağınız her kaydı sorgulayın, sizin yaşamınıza zarar verecek her kayda “Hayır” deyin. Bundan sonraki aşama olumsuz kayıtların ve korkuların tespitidir. Korkularımızı önce kabul etmemiz gerekir. Daha sonra da bu korkuları olumluları ile değiştirmemiz gerekir. En önemlisi çok sık tekrar etmektir. Sonuç olarak bilinçaltımız bizi yönetiyor. Eğer onu yönlendirebilirsek istediğimiz hayata kavuşabiliriz. Kendimize ancak kendimiz yardım edebiliriz. Bunun için kullanılacak çeşitli metotlar vardır: Reiki, NLP, Hipnoz… hepsinin ortak amacı bilinçaltını yeniden programlamaktır. Lütfen ne istediğimizi düşünüp sonra ona sahip olalım.
Bilelim ki “neye inanırsak onu yaşarız.”
Bu yazı, misafir yazar olarak Rana Kadıoğlu tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim.
Son zamanlarda hayatımıza giren bir kavram var: “koçluk” . Yaşam koçluğu, spor koçluğu, diyet koçluğu, şirketler için yönetici koçluğu vs.. Dilimizde kullanılan haliyle esprilere konu oluyor “koçum benim” diye ama aslı “coaching“‘den geliyor. Benim gündemime de yaklaşık 6 ay önce girdi. Geçen yıl mentorluk konusunda çalışmalara başlamıştım. Kişisel gelişim konularına merakım kendimi bildim bileli olduğu için mentorluk konusunda sıkıntı çekmedim ve çok da hoşuma gitti. Koçluk ise mentorluktan farklı bir kavram, birbirine geçtiği alanlar olabiliyor ama aslında farklı şeyler.
Koçluk ve Mentorluk
Altı ay önce yöneticiler için performans koçluğu eğitimi aldım. Hem konuya ilgim hem de eğitimi veren kişinin iyi olması sebebiyle konuya merakım arttı. Kendimce birkaç kitap okudum. Tabii ki, bir iki eğitim ve kitap okumayla insan iyi bir mentor ve/veya iyi bir koç olamıyor. Bu, yaşam boyu süren bir serüven aslında. İnsanın kendini yetiştirmesinin sonu yok. Hele de “ben oldum zaten, böyle şeylere ihtiyacım yok” diyorsa bir insan, şimdiden geçmiş olsun demek istiyorum.
Koçluk ve Mentorluk Nedir?
Koçluk yapan kişiye koç, koçluk yapılan kişiye ise danışan deniliyor. Koçluk, doğru sorular sorarak danışanın farkındalığını ve potansiyelini yükseltmesini sağlayan bir süreç diyebiliriz. Burada önemli olan, danışana tavsiye ve nasihat diyebileceğimiz bir yönlendirme yapmadan doğru cevabı kendisinin bulmasını sağlamak. Eğer ihtiyacı olduğunu hissederse, onayını alarak danışana yönlendirmede bulunabilir. Aslında kısaca şunları yapar diyebiliriz bir koç:
Sorar/Dinler
Farkındalığın artmasını sağlar
Netleştirir/Derinleştirir
Yargılamaz/Yönlendirmez
Çözüm önermez
Koçluğu 3 farklı alanda kullanmak mümkün:
Anne baba, eş, öğretmen, arkadaşlarımıza destek olmak için
İş yerinde yöneticiler için
Profesyonel anlamda koçluk yapmak için.
Oğlumla yaşadığım bir deneyimden bahsetmek istiyorum, okulda yaşadığı bir problemle ilgili. Daha önceleri nasihat eden konumunda olan ben, bu sefer koçluk yaklaşımıyla konuya yaklaşmak istedim. Ve çok ilginçtir probleminin çözümünü kendi buldu ve buna ikna oldu. Daha sonra, konuştuğumuz üzere problemi çözdüğünü iletti bana. Problemini bu şekilde çözebildiğimi görmek beni çok mutlu etti. Aslında gün içinde bir çok arkadaşımızla benzer şekilde yaşanılan problemler üzerinde konuşuyoruz. Koçluk tekniklerini kullanmak gerçekten farkındalık yaratıyor.
Bir diğer önemli konu da yöneticiler için koçluk kavramı. Normalde bir yöneticinin ekibine koçluk yapması gerekiyor. Adına kurumsal hayat denilen bir sistemin içindeyiz. Bu sistem daha önceleri sonuç odaklı gittiği için insani değerleri biraz es geçiyordu fakat son zamanlarda insanın önemi ve değeri ön plana çıktığı için şirketler de yöneticilerden çalışanlara bu anlamda destek olmasını istiyor. Durum böyle ama Türkiye’deki şirketlerde yer alan yöneticilerin ne kadarı bu yetkinliklere sahip, ekip arkadaşlarına koçluk yapıyor ve destek oluyor, burası biraz muamma ve ayrı bir yazı konusu bence. O yüzden yöneticilere bu anlamda çok iş düşüyor.
Mentorluk ise biraz usta çırak ilişkisine benziyor. Mentor kelimesinin kökeni mitolojiden geliyor. Homeros’un ünlü destanı Odyssey’de belirtildiğine göre Ithaca Kralı Ulysses savaşa gitmeden önce oğlu Telemachus’u en yakın arkadaşı olan Mentor‘a emanet eder. Kralın savaştan dönmesi yirmi yıl alır ve Mentor, Prensi kralın yokluğunda en iyi şekilde eğitmiş ve yetiştirmiştir. Bu aslında, biraz da bizim Lala rolüne benziyor. Mentorun karşısındaki kişiye Menti deniyor.
Temel nitelikleri şöyle sıralayabiliriz:
Karşılıklı bir öğrenme süreci olup gizlilik ve gönüllülük esaslıdır.
Menti, Mentorun gözetim ve yardımıyla belirlenen gelişim hedeflerine ulaşmaya çalışır.
Mentinin yönettiği bir süreçtir.
Koçluk ve mentorluk arasındaki fark için şöyle güzel bir örnek verilebilir:
Alanında iyi bir koç olduğunuzu düşünün. Bill Gates‘e koçluk yapabilirsiniz ama mentorluk yapamazsınız. Olsa olsa Warren Buffet gibi birisi mentorluk yapabilir.
Son olarak koçlukla ilgili detaylı bilgi edinmek isterseniz, daha yeni okuduğum ve içinde güzel bilgiler barındıran bir kitabı tavsiye etmek isterim.
Koçluk Okulu / Profesyonel Koçluğun Temelleri – Timur Tiryaki
Bir blogunuz veya web siteniz var ve uslu uslu yazılarınızı yazıyorsunuz. Bir gün bakıyorsunuz, Google Arama sonuçlarında sizin sitenizin altında “bu site saldırıya uğramış olabilir” ibaresi var. Ne oluyor diye bakınırken anlıyorsunuz ki, sitenize -basit tabirle- virüs bulaşmış ve Google size uyarıda bulunuyor. Bir kaç arama yapıyorsunuz internette, faydalı bir yazı bulamayınca bu yazıyı yazmaya karar veriyorsunuz 🙂
Blogunuz – web siteniz saldırıya uğrarsa yapmanız gerekenlerGeçen ay başıma tam da bunlar geldi. Başıma gelenleri ve nasıl düzelttiğimi buraya yazmak istedim ki, aynı şeyleri yaşayanlar benim gibi çaresiz kalmasın. Öncelikle eğer Blogger altyapısı kullanıyor, xyz.blogspot.com gibi bir adresiniz var ve buradan blog yazılarınızı yazıyorsanız endişelenmeye gerek yok, çünkü Google bu anlamda çok güçlü olduğu için sitenizin saldırıya uğrama ihtimali çok az, ancak Google’a bir saldırı olursa o başka..
Ben bu sitede WordPress altyapısını kullanıyorum. WordPress açık kaynak kodlu bir yazılım ve sürekli güncellemeleri yapılıyor. Ben de güncelleme geldiğinde hemen yeni versiyona geçiyorum.
Şimdi başıma gelenleri adım adım yazmaya çalışacağım:
1– Web sitesi olanların mutlaka bildiği ve kullandığı Google Search Console (Webmaster Tools) uygulamasına girdiğimde “Güvenlik Sorunları” kısmında bir uyarı ile karşılaştım. Bu uyarının ne olduğunu anlamaya çalışırken bazı yazılarda sıkıntı olduğunu gördüm.
2– Google’a girip bana verilen örnekte olduğu için arama kısmına “aşkın hakikati” yazdım ve sonuçlara baktım. İlk sırada benim site çıkıyordu ama altında bir uyarı vardı :
“Bu site saldırıya uğramış olabilir” uyarısı.Bu uyarıya tıkladığımda Google’ın yardım bölümünde ilgili alana gittim ve bazı bilgiler edindim.
3– Daha sonra bu sitenin dizaynı ve daha bir çok konuda bana yardım eden “webinis.net” sahibine ulaşarak durumu anlattım.
4– Önce WordPress yeni güncellemeyi yükledik. Daha sonra siteyi taraması için “Anti-Malware” isimli eklentiyi yükledik ve scan etmeye başladık. Sonuçta iki adet “backdoor malware” buldu ve eklenti bunları sildi.
Anti-Malware eklentisi5– Daha sonra WordPress’de kullandığım temanın klasörüne giderek footer.php dosyasına eklenmiş onlarca kötü url’yi sildik. Bu arada bu url’leri, Chrome kullanıyorsanız siteniz açıkken sağ klik–sayfa kaynağını görüntüle yaparak görebilirsiniz.
6– Siteyi temizledikten sonra tek adım kaldı, o da Google arama sonuçlarında yazan “bu site saldırıya uğramış olabilir” yazısını kaldırma. Bunun için Google Search Console’a girip Güvenlik Sorunları bölümünden bir inceleme talebinde bulundum. Buraya, yukarıda anlattığım yaptığım işlemleri yazdım ve sitemin yeniden incelenerek bu yazının arama sonuçlarından kaldırılmasını istedim. Birkaç gün sonra Google’dan güzel bir haber geldi : “sitenizdeki uyarı kaldırılmıştır” diye.
Aslında bu saldırıya uğrama işlemi kullanıcı hatasından kaynaklı bir durum değil. Sistem kaynaklı bir şey. WordPress’de açık kapı varmış ve buradan sızmışlar. WordPress kullananların bildiğini tahmin ettiğim Akismet isimli bir eklenti var. Bu eklenti, spam yorumları engelliyor ve bununla birlikte hacker’ların oturum açma isteklerini blokluyor. Örneğin şu ana kadar bendeki rakamlar şöyle;
717 spam yorum
5325 kötü amaçlı oturum açma denemesi
Eğer WordPress kullanıyorsanız bu eklentiyi mutlaka indirin.
Bunların yanında kişisel olarak yine de internette dolaşırken dikkatli olmamız gerekiyor. Bunu daha önce internette alışveriş yaparken dikkat etmemiz gerekenler olarak yazmıştım, dilerseniz buradan bakabilirsiniz.
Zamanı verimli ve etkin kullanma, hepimizin dert yandığı konulardan biri. Özellikle iş hayatındaki günlük yaptığımız işler, yanısıra acil çıkan işler söz konusu olduğunda zamanı verimli kullanmanın önemi daha da artıyor. Bu anlamda bize yardımcı olabilecek bir yöntem var: Pomodoro Tekniği.
Pomodoro Tekniği
1980’li yıllarda Francesco Cirillo isimli birinin öğrencilik yıllarında geliştirdiği bir yöntem Pomodoro Tekniği. Zamanı etkin kullanma konusunda sıkıntılar yaşadığı için bu tekniği bulmuş ve tekniği uygularken kullandığı domates şeklindeki zamanlayıcıdan dolayı bu ismi vermiş. Pomodoro, İtalyanca domates demek.
Bu teknik bugüne kadar bir çok insan tarafından kullanılmış ve faydalı bulunmuş. Bu tekniğin özünde kısa çalışma zamanları ve molalar var. Teknik kısaca şöyle;
25 dakika çalışma + 5 dakika dinlenme = 1 Pomodoro
4 Pomodoro ile toplam 2 saat çalışınca 25-30 dakikalık uzun bir ara vermeniz gerekiyor.
25 dakikalık çalışma esnasında çalışmanızı bölecek her türlü etkinlikten uzak durmalısınız: Telefonu sessize almak, internette veya Facebook’ta gezinmemek, bir arkadaşınızın işinizi bölmesini engellemek vs. 25 dakika boyunca işe konsantre oluyor ve sonrasındaki 5 dakika içinde kısa bir mola ile sizi arayanlara dönüyor veya arkadaşınıza cevap veriyorsunuz vs.
Bunu yaparken bir zamanlayıcı kullanmanız gerekiyor. İlk akla gelen akıllı telefonlardaki alarm veya sayaç uygulaması. Bu sayede 25 dakikanızı tam olarak değerlendiriyorsunuz.
Pomodoro tekniğinin bir web sayfası var, dilerseniz buradan orjiinal domates zamanlayıcıyı satın alabilirsiniz ama pek gerek duyulmaz sanırım 🙂 İlgili sayfaya bakmak isterseniz tıklayın.
Aslında bu teknik öyle dahiyane bir fikrin ürünü değil ama gelin görün ki, iş hayatında ve sınava hazırlanan öğrencilerde konuya odaklanmak ve konsantre olmakta sıkıntılar çekiliyor. Hele de açık ofis ortamında çalışıyorsanız yapmanız gereken bir iş, anında yanınıza gelen bir arkadaşınızın sorusuyla bölünebiliyor. Ona cevap verdikten sonra kaldığınız yerden devam edemeyebiliyorsunuz. O yüzden çalışmalarınızı disipline edebilmek için böyle bir teknikten yararlanabilirsiniz.
Pomodore Tekniği için kullanabileceğiniz akıllı uygulamalar da mevcut: Pomotodo isimli İOS ve Android uygulaması bu iş için hazırlanmış, telefonunuza yükleyip kullanabilirsiniz.
Son olarak bu teknikle aslında haftalık planlar da yapabilirsiniz. Bu plana uydukça çalışmalarınızdaki verimin artacağını ve birim zamanda çok işler yapacağınızı göreceksiniz.
Son yıllarda blogların yarısı çöp oluyor, nedeni bloglarını tanıtamamalarıdır . Bunun sonucunda ise bloglar kapatılıp çöp oluyor o yüzden ben de bu yazımda bir kaç ipucu vermek istedim.
6 Adımda Blogunuzu Tanıtma Fırsatı
Başka Bloglara Reklam Verin
Bu yöntemi yapan bir çok blog vardır ve eski olmalarına rağmen de işine yarıyor, özellikle yeni bloglar bu işte çok kazançlı çıkabilir. Banner reklamı, tanıtım yazısı reklamları verebilirsiniz, tabiki de herkese değil. İlk önce blogun yorumlarına filan bakarak güvenebilirsiniz ve böylelikle başka bloglara reklam vererek iyi bir trafik yakalayabilirsiniz.
Hürriyet Bumeranga Üye Olun
Gelelim Hürriyet Bumeranga, üye olmanızı tavsiye ediyorum bu sayede çok büyük trafik elde edebilirsiniz. Sadece trafik değil gelir bile elde edebiliyorsunuz, bir Hürriyet Bumerang üyesi olarak size tavsiye ediyorum.
Sosyal Medyada ve Forumlarda Tanıtın
Facebook veya Twitter adresleriniz varsa, bir de takipçileriniz varsa bu yöntemden faydalanabiliriz. Bir de forumlarda konu açarak tanıtımınızı yapabilirsiniz yani bir blogu tanıtmada en önemli unsur sosyal medya ve forumlardır.
Blogunuzda Çekiliş Yapın
Blogunuzda çekiliş yaparak bol yorum alabilirsiniz ve çekilişi yukarıda bahsettiğim gibi sosyal medya ve forumlarda tanıtarak bu açıdan takipçi kazanabilirsiniz.
Dost Blog Bulun
Genelde dikkat ederseniz bir blogcunun paylaşımına başka bir blogcu yorum atabiliyor yani bir blogu blog yapan diğer blogculardır bu yüzden mim alabilir blogunuzu tanıtma fırsatı ve güzel dostluklar kurabilirsiniz.
İçeriklerinize ve Tasarımınıza Dikkat Edin
Sadece reklamla olmaz bu işler, reklam verdiğiniz sitenizi ziyaret eden insanların girip çıkma şansı yüksektir bu yüzden bol bol içerik üretmek ve tasarımınıza dikkat etmek gerektir ve son olarak örneğin blogunuz Teknoloji blogu ise Teknoloji sitesine reklam veriniz bu açıdan sitenize ziyaret sayısı yüksek olur.
Bu yazı Misafir Yazar olarak Vaveyo tarafından hazırlanmıştır.
Hastalıkların Psikolojik Sebeplerine Farklı Bir Bakış Açısı
Bir çok hastalığımızın ortaya çıkmasına sebep olarak stresi gösterebiliriz. Etkisi ilk başta görünmese de zaman içinde hastalıkları tetikleyerek kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Aşağıdaki yazı, hastalıkların sebep ve çözümlerine bu anlamda farklı bir bakış açısıyla yaklaşan misafir yazara ait. Kendisine yazı için teşekkür ederim.
“Bir gün bütün hastanelerin ve yardımcı sağlık kuruluşlarının müşterisizlikten kapısına kilit vurulduğunu görsek, acaba bunun bir rüya olduğunu mu zannederdik? Yahut hastalıklarımızı kendi kendimize tedavi etsek ve bu da kesin mümkünse?
Hastalıkların Psikolojik Sebepleri
Geçtiğimiz yirmi yıl içinde tıbbi müdahaleler ve yardımlar çok modern, çabuk ve ulaşılır oldu. Ancak az bilinen ve nadir görülen hastalıklar da yaygınlaşmaya başladı. Şeker, tansiyon, migren artık sıradan hastalıklar. Kalp, böbrek, karaciğer, alzheimer ve psikolojik rahatsızlıklar ise revaçta!
İnsanlık tarihi boyunca hiç bir inanış, öğreti, dini akım hastalığı onaylamamıştır. İslam inanışında Hz. Peygamber hastalığı bir ayıp, Hz. İsa şeytanın esinlemesi olarak tanımlamış ve karşı çıkmıştır.
Peki ne oluyor da biz rutinin dışına çıkıyoruz ve hastalıklarla kardeş oluyoruz? Hastalıklarımızın temelinde ruhsal dediğimiz önce psikolojimizi akabinde bedenimizi çökerten negatif enerjiler söz konusudur.
İşte size birkaç örnek:
Göz Hastalıkları: Geleceği, ileriyi görememekten kaynaklanan rahatsızlıklar.
Kulak hastalıkları: Duymak istemediğimiz şeylerin fazlalığından ötürü oluşan rahatsızlıklar.
Migren : Kendimizin ve yakınlarımızın dertlerini çözmek için kafa yormak ama başaramamak.
Boğaz: Haksızlıklar karşısında veya konuşmak gereken yerde susmaktan ötürü meydana gelen rahatsızlıklar.
Akciğer, göğüs, kalp : İnsanların ve hayatın bizi yorup artık nefes alamayacak hale gelmemiz sonucu oluşan rahatsızlıklar.
Pankreas: Sizi aşırı derecede üzen kişiyi affetmemeniz sonucu organınızın yavaş yavaş çürüyerek oluşan rahatsızlık.
Mide : Haksızlıkları hazmedemediğinizde mideniz de hazmedemez!!
Safra kesesi: İnsanlara doğruları anlatırsınız, yapılan yanlışları düzeltmeye çalışırsınız. Ancak kimse sizi kaale almaz. Bu üzüntüyle kendinizi bitirerek safranızı çürütür ve en sonunda aldırmak zorunda kalırsınız.
Hastalıkların çözümü nedir?
Saçımızdan ayak parmağımızdaki tırnağa kadar bütün hastalıkların nedeni ruhsaldır. Çaresi aslında o kadar kolay ki! Kendimizi sevmek. Kendimize odaklanmak, kendi eksikliklerimizi tamamlayıp pozitif yönlerimizi çoğaltmaya bakmak.
Herhangi bir hastalığa yakalanmışsak kendimizi sağlıklı ve iyiymiş gibi hissetmek zorundayız. Hastalığa karşı beynimizi sonuç odaklı çalıştıracağız.
Daima hatırlayın; siz sağlıklı ve mutlu değilseniz çevrenizdekilere vereceğiniz tek şey sıkıntı olacaktır. Ve insanlarla paylaşmak zorunda olduğunuz tek şey sevgidir.”
“Bu yazı, Fadet Kedi müstear isimli misafir yazar tarafından yazılmıştır”.
İstenmeyen SMS ve E-postaları Nasıl Şikayet Edebiliriz?
Son zamanlarda hepimizin şikayetçi olduğu bir konu var: Spam olarak adlandırılan cep telefonumuza gelen SMS’ler ve bir de e-posta kutumuzu dolduran iletiler. Bazen o kadar can sıkıcı olabiliyor ki, hiç tanımadığımız ve alışveriş yapmadığımız yerlerden SMS ve e-postalar gelince insan sinirlenmeden edemiyor.
İstenmeyen SMS ve E-postalar
Bunu önlemek için Gümrük ve Ticaret Bakanlığı 1 Mayıs 2015 tarihinden geçerli olmak üzere bir yönetmelik yayınlamış ve sonrası spam iletiler azalmıştı ama yine de gelmeye devam edenleri nereye şikayet edeceğimi bilmiyordum açıkçası. Bir de “izninizi istiyoruz” şeklinde gelenler var ki, daha da beter.
Bugüne kadar bu tür şikayetleri yazılı ve ıslak imzalı olarak kabul eden Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, artık şikayetlerin internet üzerinden iletebileceği bir sistem kurdu. TC Kimlik numaramızı girerek birkaç adımda iznimiz haricinde gelen reklam-kampanya SMS ve e-postalarını şikayet edebiliyoruz.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı üzerinden şikayetlerinizi iletebilirsiniz.
Sisteme bu şekilde girdikten sonra sol taraftaki menüden
Kısa Mesaj (SMS) Şikayeti
Sesli Arama Şikayeti
E-Posta Şikayeti
Şikayet Durumu Takibi
kısımlarından birini seçerek devam edebiliyorsunuz. Bir örnek yapmak istedim, kısa mesaj şikayetini seçtim. Bir sonraki menüde kişisel bilgilerin doldurulması + şikayete konu olan ileti hakkında bilgiler var. En sonda ise gelen iletinin ekran görüntüsünü yükleyebiliyorsunuz. Şikayetin sonucunu adrese tebligat veya e-posta yoluyla isteyebilirsiniz.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın bu sistemi hayata geçirmesi -geç de olsa- iyi olmuş. 1 Mayıs itibariyle böyle bir şikayet sistemini kurmalılardı ama olsun. Şimdi firmaların daha dikkatli olmaları lazım zira bin ila elli bin tl arası cezalar söz konusu.
Sahi neden kitap okumayı sevmiyoruz? Kitapların bize sunduğu farklı dünyaları neden merak etmiyoruz? Çok mu yoğunuz, kitaba ayıracak vaktimiz mi yok? Saçma sapan şeylere bolca zaman ayırırken kitap denince neden geri çekiliyoruz?
Neden Kitap Okumayı Sevmiyoruz?
Türkiye olarak milletçe kitap okuma konusunda sıkıntılarımız var. Bunun birçok sebebi bulunuyor, buna daha sonra değineceğim. Ülkeler arasında yapılan istatistiklerde kitap okuma oranlarında çok gerideyiz. Yıllık kitap okuma ortalamalarını kısaca hatırlarsak;
Bir Japon 25 kitap
Bir İsviçreli 10 kitap
Bir Fransız 7 kitap
Türkiye’de ise 6 kişi 1 kitap okuyor.
Son yıllarda okullarda yapılan çalışmaları biliyorum. Çocukları kitap okumaya alıştırmak için ilk dersleri kitap okuma saati yapma, ev ödevleri verme gibi güzel çalışmalar mevcut. Bunun yanında geçmişe göre insanımızın, özellikle gençlerin daha fazla okuduğunu görüyor ve seviniyorum fakat yine de istediğimiz seviyede değiliz. Neden acaba, bunlara bakmaya çalışalım…
Okuma Alışkanlığı Ailede Başlar
İstisnalar olsa da okuma alışkanlığının ailede kazanıldığı bir gerçektir. Günde ortalama 6 saat TV izlenen bir ailede anne baba eline kitap almıyor ve bu şekilde çocuklarına örnek teşkil etmiyorsa, istediği kadar çocuğuna “evladım kitap okumalısın” dese de bir faydası olmayacaktır. Çocuklara sözle değil hal ve hareketlerimizle örnek olmalıyız. Bu sadece kitap okumayla da sınırlı değil. Değerlerimizi, doğruyu ve yanlışı da aynı şekilde öğretebiliriz. Çocuklar büyürken -özellikle belli yaşlarda- ardı arkası gelmeyen sorular sorar. Bu sorularına cevap vermeye çalışırız. Oğlumun verdiğim cevaplar karşısında şöyle dediğini hatırlıyorum:
– Baba, bu kadar şeyi nasıl biliyorsun? Her sorduğuma cevap verdin.
Cevabım şöyle olmuştu:
– Bu bilgileri kitaplardan öğreniyorum. Sen de kitap okuyarak öğrenebilirsin.
Bu cevap, zorla ve baskıyla “kitap oku” demektense aklında daha çok yer edinmiştir diye düşünüyorum.
Ayrıca çocuğunuzla kitapçıya gitmenizi ve orada vakit geçirmenizi tavsiye ederim. Şimdiki kitapçılarda bir köşeye oturup kahvenizi yudumlarken kitaba göz gezdirme şansınız var. Çocuğunuz bu iklimi yaşasın. Burada siz kitap önermeyin, bırakın o ilgisini çeken bir kitabı alsın. İnanın sizin aldığınız ama okumadığı kitaptan ziyade kendi ilgisini çeken bir kitap onu daha çok sevindirecektir.
Okullarda Kitap Okumanın Teşvik Edilmesi
Bizim zamanımızda kitap okuma saatleri yoktu. Bir ders buna ayrılmazdı sanırım. Şimdi bakıyorum, öğretmenler bu anlamda güzel uygulamalar yapıyor. Ödev olarak kitap okuma ve özetini getirme gibi şeyler söz konusu. Bu çok güzel ama dikkat edilmesi gereken bir husus var bence. O da bunun zorlayıcı bir şekilde olmaması ve çocuğun sevmediği kitapları okumak zorunda bırakılmaması. Eğitimci değilim ama bu durum ters tepebilir diye düşünüyorum.
Mazeret Hastalığımız
Çocukları geçtim şimdi büyüklere geldik. Mazeret hastalığı dediğim bir olgu var insanlarda gördüğüm. Bu sadece kitap okumada değil, başka şeylerde de geçerli. “Kitap okuyamıyorum, akşam eve gelince yoruluyorum zaten, çocuklarla ilgileniyorum, biraz da televizyon izleyince uykum geliyor, kitap okumaya vakit kalmıyor”. Bunu söyleyenlere direkt cevabım “yatmadan önce bir 10 sayfa da mı okuyamazsın? Bu kadar da mı vaktin yok?” İnanın bu, insanın kendine uydurduğu bir mazeretten öte değil. İsteyen insan her şeye vakit ayırır. Kitap okumak istiyorsak mazeret hastalığından kurtulmamız gerekiyor.
Şimdi de neden kitap okumamız gerektiği ve kitap okumanın bize neler katacağından bahsetmek istiyorum:
Kültürlü Bir İnsan Olmanın Yolu Kitaptan Geçer
Kültürlü bir insanla yaptığınız sohbeti hatırlayın, dakikaların nasıl geçtiğini anlamazsınız bile. Sohbet bitmesin diye de düşünürsünüz. Kültürlü olmak hiç kolay değil. Bu seviyeye gelmek için o insanın kaç fırın kitap okuduğu bellidir. Sadece televizyon izleyerek veya sosyal medyayı karıştırarak edindiğimiz bilgiler, bizi maalesef kültürlü bir insan yapmıyor.
Kitap okumanın önemi
Kelime Haznemizin Artması
Okumayan bir insanın günlük kelime haznesi 200 civarı deniliyor. Yani bu insan 200 farklı kelimeyle gününü geçirebiliyor ve bundan rahatsız olmuyor. Bazılarına dikkat edin, cümle kurarken bile zorlanır, hep aynı kelimeleri tekrar eder vs. Kelime haznemizi geliştirmek için mutlaka kitap okumamız lazım. Aksi takdirde güdük bir Türkçe’yle hayatımızı idame ettirmeye devam ederiz.
Başka İnsanların ve Hayatların Farkına Varmak
Kitap okumanın, özellikle romanın, en güzel yanlarından biri başka hayatların olduğunun farkına varmaktır. Bu dünya üzerinde insanlar neler yaşıyor, ne acılar çekiyor, ne aşklar yaşıyor gibi soruların cevabı yine kitap okumaktan geçiyor. Sanırım bu hayatları merak etmediğimiz için okumuyoruz da. Aslında meraksız bir millet değiliz. Komşumuzda ne olduğunu, magazin ünlülerinin neler yaşadığını merak ediyoruz fakat iş bunu kitap okuyarak öğrenmeye gelince tembelleşiyoruz.
Kitap Okumayı Sevmiyoruz
Aslında sözün kısası kitap okumayı sevmiyoruz. Kitabın bize neler kazandıracağının farkında değiliz. Kitap okumayı kahvaltı yapmak, işe gitmek, araba sürmek gibi günlük rutin olarak yaptığımız işler gibi görmediğimiz sürece ve kitap okumanın insana verdiği hazzı tatmadığımız sürece ne söylesek, ne kadar yazsak boş. Bunu başarabilen ve bu tadı alan insan ömrü boyunca kitaplardan ayrılmaz zaten.
Günde 10 Sayfa Okuyun
Yukarıda bahsettim, yinelemekte fayda görüyorum. Vakit ayıramıyorsanız en azından yatmadan önce elinize bir kitap alın ve günde 10 sayfa okuyun. Günde 10 sayfa demek, ayda 300 sayfa demek olur ki, bu da ortalama ayda bir kitap bitireceğiniz anlamına gelir. Yılda da 12 kitap eder. Bunu lütfen deneyin, gerçekten hoşunuza gidecek.
Sizi Sıkan Kitapları Okumayın
Herkesin ilgi alanı farklıdır. Sırf kitap okuyacağım diye hiç ilginizi çekmeyecek bir konudaki kitabı elinize alıp okumaya çalışmayın. Bu aksi tesir yaparak kitaplardan uzaklaşmanıza vesile olabilir. Sevdiğiniz bir kitabı okumaya çalışırsanız bir çırpıda bitireceğinizi göreceksiniz.
Daha Az Televizyon İzleyin
Yaklaşık bir yıldır -bazen haberler dışında- televizyon izlemedim. İnanın o kadar vakit size kalıyor ki, ister kitap okuyun, ister benim gibi blog yazılarınızı yazın, başka bir hobiyle uğraşın. O saçma sapan dizilerin insana kattığı pek bir şey yok, inanın. Önemli bir konunun tartışıldığı, bilgi edinebilecek programlara bir şey demiyorum fakat Türkiye’de ortalama televizyon izlenme oranı günlük 6 saat. Bu 6 saatte neler yapılmaz ki?
“Oku” Emrini Yabana Atmayın
Müslüman bir memlekette yaşıyoruz ve Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetinin “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz. Neyi okuyacağız derseniz bu emirle kastedilenin üç şey olduğunu söyleyebilirim: Kur’an’ı oku / Kendini oku / Kainatı oku. Bu emri bildiğimiz halde neden uygulamıyoruz? Bunu herkesin samimi bir şekilde kendine sorması gerekiyor.
Bu kadar şey söyledim ama eskiye oranla daha çok okuduğumuzu, özellikle gençlerin bu anlamda iyi olduğunu söylemem lazım. Kitapçılara girdiğimde gençlerin sayısının fazla olması, beni ümitvar kılıyor.
Yazıyı aşkla bitireyim: insan okudukça bilgi edindikçe bir yere kadar geliyor ve artık bilgi onu aşka taşımaya başlıyor. Mevlana’nın Şems’i araması ve bilgiyi bir kenara bırakması gibi. Fuzuli üstadımızın sözüyle noktayı koyalım:
“Aşk imiş her ne var alemde / İlim bir kıyl-ü kal imiş ancak”
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK) tarafından yapılan Türkiye Çevresel Radyasyon Atlası’na göre yaşadığımız şehrin toprak ve suyunda bulunan radyoaktivite/radyasyon değerlerini görebiliyoruz. Bu çalışma sonuçları aslında bugün ve gelecek adına çok önemli veriler içeriyor.
Türkiye Çevresel Radyoaktivite Atlası
Çernobil felaketinden dolayı çevreye yayılan ve ülkemizi etkileyen radyasyon, nükleer silaha sahip ülkelerin nükleer bombaları denemesi ve bundan dolayı atmosfere yayılan radyasyon miktarı vb gibi durumlar toprakta ve suda ne oranda radyasyon olduğu sorusunu önemli kılıyor. Bir de son günlerde gündeme gelen Mersin Akkuyu ve Sinop Nükleer Santral kurulumları meselesi var ki, önümüzdeki yıllarda çevre nasıl etkilenecek, bu anlamda TAEK’in yaptığı çalışma istatistiki manada çok çok önemli görünüyor.
Bu arada çok karıştırılan radyasyon kavramını basitçe ikiye ayırmakta fayda var:
Hücreleri iyonize etmeyen, tüm elektrikli cihazlardan ortaya çıkan iyonize olmayan radyasyon
Bu ikinci kısma evimizde, iş yerimizde kullandığımız tüm elektrikli cihazlar girdiği gibi baz istasyonları da girmektedir. Toplumda “baz istasyonları kanser yapıyor” şeklinde yanlış bir algının olduğunu hepimiz biliyoruz. Evimizdeki televizyondan, wifi modemden ne kadar kanser oluyorsak baz istasyonundan da o kadar oluruz diyebiliriz. Zaten bugüne kadar kanıtlanmış her hangi bir çalışma yok. Konuyu ayrı bir yazı olarak paylaşacağım için burada kısa kesiyorum. Radyasyonla ilgili daha fazla bilgi ve doğal ve yapay radyasyon kaynaklarını görmek için daha önceki bu yazıma bakabilirsiniz.
Türkiye Çevresel Radyoaktivite Atlası
2002 yılında TAEK ile Çevre Bakanlığı arasında imzalanan işbirliği sonucu 81 ilden toprak ve su numuneleri alınarak analiz çalışması yapılmış. Yüzey toprağındaki radyoaktivite ile içme ve kullanma sularındaki radyoaktivite seviyelerine ilişkin elde edilen veriler tüm Türkiye’de ilçe düzeyinde değerlendirilerek haritaya dökülmüş ve renklendirilerek atlas şeklinde sunulmuş. 2011 yılına kadar 923 ilçe merkezinden toplanan veriler analiz edilmiş ve sonuçları 2014 yılında yayınlanmış. Bu çalışma çevredeki doğal ve yapay radyasyon seviyelerindeki önemli değişimlerin tespit edilmesi, herhangi bir kaza sonrası radyoaktif kirlenmenin boyutlarının değerlendirilmesi ve tabii insan sağlığı ile çevre üzerindeki etkilerinin doğru bir şekilde belirlenmesi açısından gerçekten çok önemli bilgiler içeriyor.
Bu çalışmada topraktaki radyasyon miktarını ölçmek için 4 farklı radyonüklide bakılmış:
Ra-226 (Radyum)
Th-232 (Toryum)
K-40 (Potasyum)
Cs-137 (Sezyum).
Ra, Th ve K radyonüklidleri yeryüzünde doğal olarak bulunuyor. Cs-137 ise yapay bir radyonüklid ve nükleer silah denemeleri ile Çernobil Nükleer Santrali kazası sonrası atmosfere yayılıyor ve yağışlarla toprağa ulaşıyor. Bizim için en önemli kısmı ise 1986 yılında Çernobil kazası sonrası radyoaktif bulutun Türkiye üzerinden geçişi sırasında yağış alan bölgelerde Cs-137’nin halen gözlenmesidir!!!
Ölçüm sonuçlarını değerlendirebilmek için bu 4 radyonüklidin ortalama değerlerini bilmemiz gerekiyor. Birleşmiş Milletler Atomik Radyasyonun Etkileri Bilimsel Komitesi (United Nations Scientific Committee on the effects of Atomic Radiation – UNSCEAR) raporunda bu 4 radyonüklidin ortalama değerlerini ve TAEK’in çalışması sonucu bizde çıkan değerleri aşağıda veriyorum:
Radyonüklid
Türkiye Ortalaması
Dünya Ortalaması
Radyum-226
27,56
32
Toryum-232
32,65
45
Potasyum-40
439,93
420
Cs-137
12,03
Cs-137 Türkiye ortalamasını boş bıraktım, zira raporda böyle bir rakam göremedim, sadece bölgesel haritalar üzerinde bilgiler vardı.
Bu 4 değer için Türkiye ortalamalarını gösteren haritalar:
Türkiye Ra-226 Haritası
Türkiye Th-232 Haritası
Türkiye K-40 Haritası
Türkiye Cs-137 Haritası
Bu sonuçlara göre Türkiye’de K-40 (potasyum) miktarında dünya ortalamasının üzerinde değerler var. Ra ve Th’de ise değerler daha düşük. Cs-137’nin coğrafi bölgelerimiz ve illerimiz açısından değerleri var. Bu değerlere bakıldığında Erzincan, Hakkari, Karaman, Artvin, Rize ve Trabzon illeri en yüksek değerleri almış. Cs-137’nin fiziksel yarı ömrü 30 yıl (1986–2016). Bu illerimizdeki yüksek Cs-137 değerini direkt kanserle ilişkilendiremeyiz. Kanserin bir çok sebebi var, sadece tek başına Cs-137 sorumlu tutulamaz. Bu konuda detaylı bilgiler veren Anılarla Çernobil Kazası ve Sonrası yazısını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Son olarak;
Türkiye Çevresel Radyoaktivite Atlası’nın Türkiye ve il il dağılımlarını gösteren haritalara ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz:
Kâğıt uçak yapma konusunda ne kadar beceriklisiniz? Yoksa siz de benim gibi sadece en basitinden bir tanesini mi yapabiliyorsunuz? O halde çocuklarınızı sevindirecek 9 farklı kâğıt uçak yapımı sizi bekliyor.
Kâğıt uçak yapımı
Çocuklarım benden kâğıt uçak yapmamı istediklerinde yaptığım yegâne uçak hiç de güzel uçmuyordu. Geçen gün oğlum yanıma gelerek elindeki bir çocuk dergisinde farklı iki uçak yapma şekli gösterdi. Hemen birlikte yaptık ve çok güzel uçmaya başladı. Daha farklı modeller var mı diye araştırdım ve araştırma sonuçlarını paylaşmak istedim. Belki siz de güzel kâğıt uçak yapmayı öğrenip çocuğunuza, yeğenlerinize veya kendinize yaparsınız..
9 farklı uçak yapımına geçmeden, dünyada bu konuda yarışmalar yapıldığını ve en uzun süre havada kalan kâğıt uçak rekorunun sahibi John Collins’in o uçağın nasıl yapılacağını gösteren videosunu izlemekte fayda var:
Bu da rekorun kırılma anı:
Şimdi 9 farklı kâğıt uçak yapımına geçebiliriz:
1- Bu en basiti ve benim de yapabildiğim:
Basit uçak yapımı-1
2-
kağıt uçak yapımı-2
3- Dergide görüp yaptığım uçak..
kağıt uçak yapımı-3
4- Bir tarafı renkli kâğıt kullanırsanız aşağıdaki gibi oluyor…
kağıt uçak yapımı-4
5- Bu da fena değil..
kağıt uçak yapımı-5
6- Giderek daha zorlaşıyor..
kağıt uçak yapımı-6
7- Biraz değişik bu..
kağıt uçak yapımı-7
Yapmakta zorlanırsanız nasıl yapılacağı bu videoda anlatılmış..
Youtube Yasağı, YGS Sonuçları ve Milli Gelirimiz Arasındaki İlişki
Nereden başlasam bilmem ki? Doların yükselişi, faiz-enflasyon sarmalı, 2014 yıllık büyüme oranımız, eğitim sorunumuz, YGS sonuçlarının vahim hali ve orta gelir tuzağında kalmış ve bir türlü kurtulamayan ülkemizden bahsedecekken bugün bir de Twitter ve Youtube yasakları eklenince artık bu yazıyı yazmak farz oldu.
Youtube Yasağı
Yazıyı yazmam farz oldu dedim zira her gün ülke gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, ortalama bir Avrupa ve Amerika vatandaşının başını döndürür bu hızlı gündemimiz.
Önce dolardan başlayalım.
Kısa bir zaman içinde 2.35 TL seviyelerinden 2.60 TL bandına gelip oturan dolar, ham maddeyi euro ile alıp dolar ile malını satan ihracatçının yüzünü bir nebze güldürse de, bizim gibi normal vatandaşa çarşıda pazarda enflasyon olarak geri dönecektir, dönüyor da. Dolarla kazanmıyoruz ki diyebilirsiniz ama petrolünü, doğalgazını vb gibi ana kalemleri dolarla alan bir ülke olduğumuz için hayatın içine pahalılık olarak yansımaması imkansız. Amerikan Merkez Bankası FED‘in para musluklarını kısacağı geçen yıldan belliydi. FED’in ortaya saçtığı dolarlar, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere girip yüksek kazançlar sağladıktan sonra muslukların kısılmasıyla geri dönecektir. Bunu herkes biliyordu, biz de biliyorduk, bizim idarecilerimiz de. Peki, gelişmekte olan bir ülkeye gelen yatırımcı hangi şartlar olursa o ülkede kalabilir? Tabii ki, güvenebileceği bir ortamın oluşmasıyla. Dikkat edin son üç aydır bağımsız Merkez Bankası ile girilen polemikler, para musluklarını kısıp faizini artırmayı düşünen Amerika’ya doğru paranın gitmesini sağlamaz mı? Yatırımcı neden maceraya girsin ki? Amerika gibi bir ülkenin şimdilik faizi -sanırım- 0.5’ler düzeyinde, seneye bu 2.5’e çıkacak. Az kazanırım ama yatırımımı tehlikeye atmam şeklinde düşünmeleri normaldir.
Yıllık Büyüme Oranımız 2.9
Durum böyleyken bizim gibi gelişmekte olan ve cari açığını azaltmaya çalışan bir ülkeye ilaç gibi gelecek bir fırsattan maalesef yararlanamadık. Petrol fiyatları 100 dolarlardan 50 dolar seviyelerine geriledi. Bu bizim için çok güzel bir fırsattı. Ekonomi yönetiminin cari açığı azaltıcı yöndeki hareketleri (cep telefonları ve diğer elektronik eşyaların taksitle alınmasının engellenmesi), petrolle beraber belimizi büken dış açığımızı azaltıcı yönde etki yapmalıydı ve bizler bunu büyüme rakamlarında görmeliydik ama maalesef göremedik.
Şimdi bu makro ekenomik değerlere bir bakalım:
2014 yılında GSYH(Gayri Safi Milli Hasıla) miz TL bazında artmış: 1.567–>1.764 Milyar TL
Doların yükselişi sebebiyle dolar bazında GSYH ise düşüş göstermiş : 823—>800 Milyar USD
Bu da, dolar bazında hesaplanan kişi başı GSYH‘mizi düşürmüş: 10.822—>10404 USD
Görüldüğü üzere büyüdüğünü düşündüğümüz ekonomimiz, dolar açısından bakıldığında küçülmüş. Yani ortalama bir vatandaşın yıllık geliri 400 USD azalmış.
Yeri gelmişken Türkiye’nin Makro Ekonomik Göstergelerine topluca bakmakta fayda var:
Temel Makro Göstergeler-Kaynak (www.mahfiegilmez.com)
2015 YGS Sonuçlarının Vahim Durumu
Ekonomik göstergelerin YGS ile ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama bence hepsi birbirine bağlantılı. 2015 yılında yapılan YGS sınavının açıklanan sonuçlarına göre öğrencilerin başarı ortalaması geçen yıla göre düşüş göstermiş. 2015 yılında YGS sınavına 1.987.484 aday girmiş ve bu adayların 1.369.147’si LYS barajını aşmış. Benim üzerinde duracağım konu ise ortalama doğru sayıları. Şimdi sayılara bakalım.
Tüm adaylarda 2015 YGS ortalama doğru sayıları: (her dalda 40 soru sorulmuş)
Türkçe : 15,8
Sosyal Bilimler : 10,7
Temel Matematik : 5,2
Fen Bilimleri : 3,9
Bu sayılar şunu gösteriyor: bizim eğitim sistemimiz, lise son çağına gelen bir öğrenciye temel matematik ve fen bilimlerinden hiç bir şeyi öğretememiş meğer. 40 matematik sorusundan ortalama 5 tanesini yapan bir öğrenci, matematikten hiç anlamamış demektir. Muasır medeniyetler seviyesine geçmek için çabalayıp duruyor ve bilim ve teknolojide gelişmiş ülkeleri yakalamaya çalışmak istiyoruz ama 12 yıl okuyan ve lise sona gelen bir öğrenci, 4 tane fen bilimleriyle ilgili soruyu cevaplayabiliyor. Demek ki bir yerlerde bir hata yapıyoruz. Eğitim sistemimizin yap-boz tahtasına döndüğünü daha önce söylemiş ve Finlandiya Eğitim Sistemi ve Pisa Sınavlarıyla ilgili bir yazı yazmıştım. Bir de OECD 2014 Türkiye Eğitim Raporu var. Bu yazılara bakmanızı tavsiye ederim.
Bunlarla ekonominin, büyüme hızının vs ne ilgisi var demeyin lütfen. Hepsi birbiriyle bağlantılı konular. Eğitim sistemini yenileyen ülkelerin başarıları ortada ve biz bunlara gıptayla bakmaya devam ediyoruz. Avrupa’dan örnekler dışında önümüzde bir Güney Kore var. Eğitim sistemini yenilemiş ve bir daha bozmamış!! araba ve teknolojiye devlet yatırımlarıyla bugünlere gelmiş. Bize de İphone ile Samsung arasındaki yarışta taraftarlık yapmak düşmüş.
Orta Gelir Tuzağı
Orta Gelir Tuzağı denilen bir kavram var ekonomide. Dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’nin kişi başı GSYH’si baz alınıyor bu noktada. ABD’de kişi başı gelir (GSYH), 50.000 USD civarında. Bir ülkenin kişi başı geliri, ABD’nin kişi başı gelirinin %20 seviyelerine geliyor ve burada tıkanıyorsa, bunu aşamıyorsa “orta gelir tuzağı“na düşmüş sayılıyor. Türkiye de bu ülkelerden biri. Son 10 yıl içinde ABD’yle orantılı olarak kişi başı gelirimiz yükseliyor ama bir türlü %20’yi geçemiyoruz (10.000 USD civarı). Eğer yapısal ekonomik reformlar, eğitim düzenlemesi, hukuksal reformları yapamazsak daha çok orta gelir seviyelerinde dolaşırız.
Son Olarak Youtube ve Twitter Yasağı
Bugün bir haber düştü ajanslara: geçen haftaki üzücü savcı suikastının görüntüleri yer aldığı için Twitter ve Youtube’a erişim yasağı kondu. Şehit savcımız konusunda söz söylemeye bile gerek yok, o kadar üzüldüm ki, anlatamam. Ben konuya, bu sosyal medya araçlarının yasaklanmasının dünyada uyandıracağı yankılar üzerinden yaklaşmak istiyorum. Bu arada, şehit savcımızla ilgili görüntülerin kaldırılması için Twitter ve Youtube’a istek gönderildi de onlar mı kaldırmadı bilemiyorum ama en azından toptan kapatmak yerine bu yola gidilebilirdi. Türkiye’ye yatırım yapmak, sıcak parasını buraya getirmek isteyen yabancıları düşünün. Bir de bu sosyal medya araçlarının kapatıldığı haberini duymalarını. Bu durumda ülkemize gelirler mi? Bu söylediğim yatırımcılar az-buz değil, milyarlarca doları yöneten büyük fonlar.
Yeri gelmişken ülkelerin tasarruf oranlarına da dikkat çekmekte fayda var. Türkiye’de ortalama tasarruf oranı milli gelirin %11’i civarında. Gelişmekte olan ülkelerde bu oran %33’ler seviyesinde. Çin’de ise %50. Peki tasarruf neye yarıyor? Tabii ki yatırıma. Biz bir köşeye tasarruf için para koymuyor ve bunu yatırıma yöneltmiyoruz, başka ülkelerin tasarruflarını bizim ülkemize getirmesini ve yatırım yapmasını bekliyoruz. Yabancı yatırımcı da bunu bedava yapmıyor tabii.
Ülke olarak tasarruf oranımızı artırıp yatırıma yönlendirelim diyoruz ama şöyle bir gerçek de var:
2014 yılında dünya ekonomisinde toplam gelir tahmini olarak 75 trilyon dolar. Ve geçen yıl yine tahminlere göre 4 trilyon dolar tasarruf yapılmış. Bu para, bir şekilde dünyadaki ülkelere yatırım olarak gidecek. Biz Türkiye olarak bu 4 trilyon dolarlık tasarruf miktarının %1’ini alabilsek 40 milyar dolar eder. 40 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi bizim için az bir rakam değil. Peki, bu para bize neden gelmiyor? Ülkenin dışarıdan görünen bu hali yüzünden. Eğitim ve hukuk sistemimizi iyileştirmezsek yabancı yatırımcı bize uğramayacaktır.
Son söz niyetine;
Yazı boyunca ekonomiden, yabancı yatırımcıdan bahsettim. Sıcak parayla sürdürülebilir bir ekonominin olmayacağını sağır sultan bile duydu. Fakat global dediğimiz bir dünyada elinde parası olanlar güvenli liman arıyor. Güvendikleri yere bu paralarını yatırıyor ve ülkeler de bu paraları kullanarak yatırım yapıyor ve kalkınıyor.
Bir haftadır aklımda yer eden bu düşünceleri buraya yazmak bana iyi geldi! Haber sitelerine baktığımda Youtube ve Twitter yasağının kalkmakta olduğunu görüyorum. Bir ekonomist değilim, belki bu yazdıklarımda hatalar olabilir bilemiyorum. Bu sitede elimden geldiğince bilim ve teknolojiyle ilgili önemli bulduğum şeyleri paylaşmaya çalışıyorum. Bizim kalkınmamız bundan geçiyor, başka türlü bu olmayacak. Yüksek teknoloji ürün ihracatımız artmaz ve bu ülkede demokrasi, hukuk ve eğitim sisteminde bizlere ve dünyaya güven veremezsek uzun yıllar boyunca yerimizde kalacağımızı öngörmek hata olmaz.
Siz neler düşünüyorsunuz? Gelişmiş ülkeler safında yer almamız için neler yapmamız gerekir?