Bir önceki yazıda 5 yıl sonrasından bugünlere bakarak ütopik bir şekilde olacakları yazmıştım. Kıyamet senaryolarını işletmiş, kutsal kitaplarda yazılanları bekleyen büyük bir çoğunluğun anlattıklarından ve daha bir çok şeyden bahsetmiştim.
Bu yazıda ise biraz daha içime dönüp, bu sancılı sürecin nasıl geçtiğini, psikolojime ve sağlığıma etkilerinden dem vurmak istiyorum. Sadece kendimi değil, insanları da nasıl etkilediğini veya etkilemediğini de. Bir önceki yazıyı yazdıktan sonra bunlar demleniyordu aklımda zaten.
Bitmeyen Corona ve Psikolojim
4 aydır evdeyiz diyeceğim ama değiliz, zira 1 Haziran itibariyle sokağa çıkma yasakları kaldırıldı ve insanlar sokaklara doldu. Sanki bu kadar şey yaşanmamış gibi maske mesafeye dikkat etmemeler, askere uğurlama törenleri falan. Sonrasında da düşmeyen vaka sayıları.
Sürecin başından beri işim gereği dışarı çıktım hep. Aslında insanların böyle sokağa saldırmalarını da garipsemiyorum: 3 ay evde kalınca ve yaz kendini gösterince, haliyle bunaldığımız için dışardayız. Ama benim takıldığım nokta, corona olayından insanların pek de ders almaması. Bunu sadece yüz yılda bir yaşanabilen bir pandemi gibi görmüyorum. Düz mantıkla baktığımızda neredeyse her yüzyılda bir yaşanan vebalar, İspanyol Gribi vs olayların tekrarı diyebiliriz. Ama olaya farklı bir açıdan baktığımda, daha önceki yazıda da bahsettiğim gibi, doğaya insana yapılan kötülüklerin, bunca adaletsizlik fakirlik vb gibi hadiselerin bir uyarısı gibi görüyorum. Ama akıllandık mı, hayır!
İnsan Ne Garip!
İnsan ne garip, hiç değişmiyor. İstediğin kadar uyar, veya ilahi uyarılar gelsin; aklınızı başınıza alın, almazsanız bundan kötüleri olur dense de insan bildiğini okumaktan vazgeçmiyor. Şu son bir aylık sürede de bunu gördüm: çoğu ders almamış, almaya da niyeti yok. Yine kötülükler, yine kadın cinayetleri, yine kirlenen dünya, hayvanlara kötü davranmalar, ormanı yakıp villalar için yer açmalar vs. İnsan ne garip hiç değişmiyor dedim ya, haddizatında binlerce yıldır aynı. Aklıma Hz.Musa kıssası geldi. Bunları okuyunca sanki çok eskilerde yaşandı geçti bunlar diye düşünsek de değil, insan aynı insan: unutkan (zaten insan kelimesi unutan anlamında), nankör, aceleci, sabırsız, menfaatperest vs.
İsrailoğulları, Hz Musa ile birlikte Kızıldeniz’i geçip Firavundan kurtulduktan sonra bir kavme rastlıyor. Bu kavim sığırbaşı şeklinde putlara tapıyor. Kendi kavmi de aynı şeyi yapmasını ve o puta tapmalarını isteyince!! Hz Musa onları uyarıyor aklınızı başınıza alın diyor. Sonra Allah ile Tur Dağı’nda konuşmak için oradan ayrılınca Samiri isimli bir adam altınlarınızı bana verin size aynısından yapayım da tapının diyor. İsrailoğulları da buna inanıp altınlarını veriyor. Samiri altını eritip içinden rüzgar geçince ses çıkaran bir buzağı yapıyor ve sizin ilahınız budur, buna tapın diyor. İsrailoğulları da tapmaya başlıyor. Sonra Hz Musa gelince olanları görüyor ve halkına çok kızıyor vs. Hikaye bu…
Şimdi burada benim anlayamadığım, siz Kızıldeniz’in yarılmasına şahit olmuş, gökten kudret helvaları ve bıldırcın gönderilen insanlarsınız ama nasıl olur da bu kadar mucizeden ders almayıp bir buzağı heykeline taparsınız? İnsan böyle garip bir varlık işte. Öncesinde o kadar Firavun zulmünde kaldınız, Hz Musa sizi kurtardı vs vs ama yine akıllanmayıp buzağıya tapmalar falan.
Biz bu hikayeyi okuyunca nasıl olur diyoruz belki ama kendimiz yaşanılanlardan ders alıyor muyuz ki? Bahsetmek istediğim bu işte: corona pandemisini ilahi bir uyarı olarak görüyorum insanlığa: aklınızı başınıza alın, yapmakta olduğunuz kötülükleri bırakın deniyor amma velakin insan o korku zamanı geçince aynı tas aynı hamam işlerine devam ediyor.
Burada o insanları kesinlikle küçümsemiyorum, biz farklı mıyız sanki? Şimdi buzağıdan put yok ama para mal mülk makam sevigisi gibi putlar var! İnsan birinci sıraya neyi koyduğunu iyi düşünmeli!!
Psikolojim İyi mi?
Kişisel anlamda bu dört ay içinde psikolojimi diri tutmaya çalıştım…desem de arka planda çalışan bir şeyler/stres sağlığıma etki etti. Ayda bir hastalandım ama en ağırı geçen ay bayramda yaşadığım beş günlük migren atağıydı. Normalde bir günde ağrı kesiciyle geçen ağrı, tam beş gün sürdü ve beni tabiri caizse yere serdi, hayattan soğuttu. O sırada aracın klimasından dolayı üşüttüğüm için ikinci günden itibaren ateş boğaz ağrısı vs yaşadım. Herhalde virüsü kaptım diye düşündüm, semptomlar buna uyuyordu, gerçi ateşim 37 idi. Hemen hastaneye gittim, durumu anlattım, ateşin çok değil teste gerek yok deyip migren için ağrı kesici iğne yapıp gönderdiler!!
Bu süre zarfında acaba gerçekten coronayı kaptım mı diye ciddi ciddi düşündüm. Bunun verdiği psikoloji gerçekten ürkütücü, yaşamayan bilemez. Kendinizi çok düşünmüyorsunuz, varsa gider hastanede 14 gün kalırım diyorsunuz ama acaba çocuklara eşime bulaştırdım mı, onlara bir şey olur mu diye gerçekten korku dolu ve üzücü anlar yaşadım.
Bir haftadır da kas ağrılarıyla pençeleşiyorum, neyse ki geçti çok şükür. Artık voleybol hayatım bitti, omuzda yırtık var vs. Ayda bir uğruyor bize böyle küçük hastalıklar. Psikolojim iyi canım, bende bişi yok desem de, arka planda dediğim gibi çalışan bir stres, kaygı bozukluğu, gelecek günlerin getireceği belirsizlikler ister istemez sağlığa etki ediyor diye düşünüyorum.
Bir önceki yazıda, 21 Haziran’daki güneş tutulması sonrası Amerika’da 7 şiddetinde deprem oldu demiştim, Meksika’da gerçekleşti: 7.4. Allahtan can kaybı yok, bizde de depremler oldu. Güneş tutulmalarının öncesi ve sonrasında depremler tetikleniyor, 17 Ağustos öncesinde de olduğunu biliyoruz.
İnsana ve İnsanlığa Dair Umutlarım
Eskiden insana ve insanlığa dair umutlarım vardı ama artık yerini ümitsizliğe bıraktı diyebilirim. Belki de yaşlanıyorum ondandır. Merkez Efendi isminde biri var, hocası soruyor: elinize her şeyi yapabileceğiniz bir kuvvet geçse ne yapardınız diye? Orda bulunanlardan kimi dünyayı kötülükten kurtarırım, kimi herkesi zengin ederim kimse aç kalmaz vs diyor. Ya senin cevabın ne denildiğinde: efendim ben hiç bir şeyi değiştirmezdim. Bir iyi öldüğünde yerine iyi biri gelir , bir kötü öldüğünde de yine kötü biri gelir bu hayata. Her şey yerli yerinde…demiş.
Sanırım ben bunu kabullenmekte ve görmekte biraz zorlanıyorum. Bu kötülükler olmasın, dünya cennet olsun diyorum ama nafile.
Ülkemiz ve insanımız için de eski umutlarımı yitirmek üzereyim. Arkadaşlarımla sohbetlerimde bunu dile getiriyorum. Eskiden böyle değildim. Sanırım hayat yolculuğunda dağa tırmanınca yoruluyorsunuz ama görüş alanınız genişliyor, bazı şeyleri daha iyi görebiliyorsunuz. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bizim insanımızda ahlak problemi var diye düşünüyorum. Şu corona sürecinde de bunu ziyadesiyle gördüm. Hakka hukuk adalete riayet etmemeler, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi nerden geldiğini düşünmeden zenginleşme çabaları, ona kalmasın hep ben yiyeyim demeler vs vs. gerisini siz tamamlayın.
Gece vakti yazı yazınca, düşünceler tel tel dökülüp gidiyor böyle. Psikolojiyle başladık, vatanı ve insanlığı da kurtardığıma göre yazıyı sonlandırabilirim. 🙂
İnsan ilişkilerini yaralayan hatta bazen bitiren önemli bir etken var: ego. Çok basit geldi biliyorum ama gerçekten o kadar önemli ki, dönüşü olmayan sonuçlara sebep olabiliyor.
Sevgide fedakarlık yolu egodan geçer…
Bir sohbet esnasında konu buraya geldi, ayrıca Mevlana’nın şu sözünü de görünce yazayım istedim. Söz şu:
“Sevgide fedakârlık yolunu bulamayanları asla gönül kapınızdan içeri sokmayın”
Fedakârlık karşılıklı olur, biri “feda” ederken diğeri “kâr” ediyorsa zaten ortada sevgi falan yoktur, olsa olsa ticaret vardır basit anlamda. Fedakârlık da egoların biraz törpülenmesiyle oluyor. Eğer karşınızdaki insan sizin için egolarından biraz olsun vazgeçmiyorsa, ben buyum diyorsa hiç uğraşmayın düzelmeyecektir. O’nu kendi haline bırakın ve yolunuza bakın.
Ego kötü bir şey değil aslında, benliğimiz, bizi biz yapan şey. Fakat her şeyde olduğu gibi kararınca olmalı. Aşırıya kaçınca hoş durmuyor. Karşınızda egosu yüksek bir insan olduğunu düşünün, kibirli kibirli sizle konuşunca ne kadar rahatsız olursunuz? Böyle insanlara şahsen dayanamıyorum, aynı şekilde anladıkları dilden karşılık veriyorum.
İnsanlarla kurduğumuz ikili ilişkileri düşünelim: eşimiz sevgilimiz arkadaşımız… Arada bir bağ var ki, birlikte duruyoruz, buna sevgi deriz başka bir şey deriz farketmez. Eğer sağlıklı bir ilişki kurulsun istiyorsak bazı şeylerin karşılıklı olması gerekiyor. Bir taraf hep kendinden ödün veriyorsa orada bir hata var demektir. Burada da ego devreye giriyor işte. Eğer ben egomu kırıp törpüleyip sana gelemiyorsam adım atamıyorsam bu ilişkide bir sıkıntı var demektir.
Peki neden egosunu kıramaz insan? Neden bu kadar zor gelir? Ego veya nefs, hep ben hep ben der çünkü. Başkası yok ben varım, ben üstünüm, niye -yeri geldiğinde- alttan alayım ki, kendimi küçük düşüreyim ki? Bunlar sağlıklı bir kafa yapısının ürünü değil. Kendini eğitememiş, olgunluk yolunda adım atamamış insanın hezeyanları. Şeytanı düşünelim, neden cennetten kovuldu? Ben üstünüm dediği için. Adem’i topraktan beni ateşten yarattın, ben daha üstünüm dediği için kovulmuşlardan oldu. İnsanın da en büyük düşmanı kendi nefsidir. Ona ondan daha büyük düşman yoktur.
İnsanın karakterinin ve düşünce yapısının oluşumunda ilk altı yaşın önemli olduğu söylenir. Konunun uzmanı değilim ama ilk altı yaş olsun veya çocukluk devresi diyeyim, o kadar önemli ki gerçekten. Hani denir ya, çocukluğuna inmek lazım diye, çok doğru. Yetiştirilme tarzı, anne baba veya büyüklerin davranışları, o insan üzerinde çok etki yapıyor, bilinçaltına işlenen bu gerçekler hayatımızın geri kalanında ister istemez bizi yönlendiriyor. Bu sevgide de böyle.
Oysa olay çok basit, seviyor ve seviliyorsanız egolarınızı bir kenara bırakmaya çalışın. Fedakâr olmak, diğergam olmak, kendiniz yerine onu düşünmek hiç de kötü şeyler değil. Eğer insan olduğumuzu iddia ediyorsak, diğer canlılardan farklıyız diyorsak bu konuya kafa yorup ilişkilerimizde bu yönde ilerlemeyi denememiz lazım. Ve tabii mutlu olmak istiyorsak. Aksi halde “ben” diyerek o an belki kendimizi iyi hissedeceğiz ama kalbin şehrine giremeyeceğimiz için kaçıracağımız çok şey olacak…
Yeri gelmişken aşk konusuna da gireyim. Son zamanlarda içi boşaltılmış bir çok kavram gibi aşkın da içi boşaltılmış. Bakıyorum; bir hoşlanma, tutku, heyecan veya elde etmeyi aşk sananlar var. Elde edince de kıymeti kalmıyor zaten. İnsan elde edemediğinin delisi, elde ettiğinin de nankörüdür…Çok sevdiğim bir sözdür bu.
Oysa aşk o kadar yüce bir şey ki, varoluşumuzun sebebi diyebilirim. “Mumdan bir gemiyle ateşler denizinden geçmekmiş”. O denizden geçersin ve kıyıya vardığında bakarsın ki, yanmış kül olmuşsun ama eski senden eser kalmamış. Sen o eski sen değilsin ve tamamen yenilenmişsin….
Kalabalıkların içinde olmak, yalnızlıktan kurtulmak anlamına gelmiyor. Ne kadar çok insan var etrafımda desem de, içimdeki yalnızlık duygusundan kurtulamıyorum bazen. Bu dünyaya yalnız geldik yalnız gideceğiz denir ya, benimki de o hesap işte. Şairin dediği gibi:
“An oluyor bir garip duyguya varıyorum, Ben bu sefil dünyada acep ne arıyorum”
Aslında her gün ve her an bu düşünceler içinde değilim tabii. Mutlu bir ailem, mutlu bir iş çevrem ve arkadaşlarım var. Onların yanında güzel zamanlar geçiriyorum. Çoğu zaman kendi derdimi unutup başkalarına yardım etmeye çalışıyorum fakat bazı anlar geliyor ki, içten içe bu yalnızlık duygusu kanıma giriyor ve beynimin kıvrımlarında dolaşmaya başlıyor.
Bu düşüncenin derinine inmeye çalıştığımda karşıma, herkesin ve her şeyin beni bırakacağı veya benim onları bırakacağım düşüncesi çıkıyor. Bu, ansızın da olabilir elbet, illa yıllar sonra olacak diye bir şey yok. Sonuç itibariyle fani bir alemde yaşıyoruz ve burayı bırakıp gideceğiz. Hatta burada yaşamıyoruz, bu dünyadan geçip gidiyoruz!! Bunu da unutmamak lazım ama o kadar çok unutuyoruz ki.
Hz. Mevlana’ya atfedilen ama David Herbert Lawrence isimli İngiliz romancıya da ait olduğu söylenen bir söz var:
“Hiçbir şey için benimdir deme yalnızca yanımdadır de. Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne eş, ne yaşam, ne ölüm, ne huzur, ne de keder her zaman seninle kalmaz.”
Bu söz çok hoşuma gidiyor ve sözün çok doğru olduğunu düşünüyorum. Bırak eş dost sevgili mal mülk makamı, kendi bedenimiz bile bize ait değil ontolojik anlamda. Bir şeye benim diyebilmek için ona tamamen sahip olmak ve hükmetmek gerekiyor. Düşünüyorum, vücudumda yüz trilyon hücre var, hepsi kendi kendine çalışıyor. Kalbime biraz dur dinlen desem de beni dinlemiyor. Hepsi programlandığı üzere çalışıyor. Bunlara bakınca hiçbir şeyin bana ait olmadığını hissediyorum, bu da bizi ve dünyayı cehenneme çeviren benlik düşüncesinden biraz uzak kılıyor bizi. Aynı zamanda yalnızlığıma da dem vuruyor, çünkü sadece aklım,kalbim ve düşüncelerim bana ait, onlarla varım, gerisi boş.
Bu satırları yazarken MFÖ’nün “Yalnızlık Ömür boyu” şarkısını mırıldanıyorum. Çok severim bu şarkıyı. Aşklar sevgiler hepsi gelip geçiyor, yalnızlığımız bize kalıyor. Hayat karşımıza bazı güzellikler, bazı güzel insanlar çıkarıyor. Onlarla bazı güzel anlarımız oluyor ama bu kesiksiz değil, hep kesintili. Ruhum yaşadığı mutlulukların kesintisiz ve sonsuz olmasını istiyor ama bu dünyanın hamuru buna müsait değil. Belki de bu yüzdendir üzüntülerim, yalnızlıklarım ve acılarım. İyi ki öteler var, yoksa bu dünyanın yükü nasıl çekilirdi ki?
Bazen her şeyden ve herkesten uzaklaşmak istiyorum. Kalabalıklar canımı sıkıyor. Bunu yakalıyorum da. Ama bir süre yalnız kalınca yine sıkılmaya başlıyor ve kalabalıkları özlüyorum. İnsan ne garip. İçindeki doyumsuzluktan kaynaklanıyor bu sanırım. Eskilerin tabiriyle kalbimiz itminana eremediği için bu patolojik halleri yaşıyoruz.
Babamın ölümünden sonra bu yalnızlık duygusu daha ağır basar oldu. O, uzaklarda da olsa dara düştüğümde hep arkamda diye düşünürdüm. Her telefon konuşmamızda bunu hissettirmesi çok hoşuma giderdi. Oysa şimdi sonsuzluk ülkesinde ve beni bekliyor. Zaten bu ölüm hadisesinin en acı tarafı sevdiklerinden ayrı kalmak. Yoksa ölüm sevgiliye kavuşmaktır aslında, O Gerçek Sevgiliye. O yüzden korkumuz yoktur kendisinden, sadece gurbette olan insanın asli vatanına gitmesidir ölüm.
Doğduğum ve büyüdüğüm topraklardan on yıldır uzaktayım, gurbetteyim yani. Yalnızlık senfonisinde bunun da yeri var şüphesiz. Belki de Allah bazı şeyleri daha iyi anlamam için bunları yaşatıyor diye düşünüyorum. Kimseye bağlanma, bu dünyaya yalnız geldin yalnız gideceksin, hiç bir şey seni alıkoymasın ve bağlamasın. Maddi anlamda bağlantılar kur ama kalben kimseye bağlanma, herkes seni bırakıp gidecek bir gün nasıl olsa. Bunu bilerek yaşa.
Yalnızlığa alışan insanlara kalabalıklar zor gelir derler. Bu anlamda bir yalnız değilim aslında. Hiç de yalnız kalmadım hayatım boyunca ama kalbimin bir köşesinde bu duyguyu hep yaşıyorum. Yakın olsun uzak olsun insanlardan darbe yiyince şairin o çok sevdiğim ve yıllardır dilimden düşürmediğim dizeleri aklıma geliyor:
“Neye yaklaşsam sonu uzaklık ve kırgınlık Anla ki, yok Allah’tan başkasıyla yakınlık”.
Bu sözler o kadar yakın ki bana, çok sevdiğim ve değer verdiğim birinden yediğim anlık yumruklarda hep bu sözler aklıma geliyor. Niye unuttum ki diyorum bu sözü, insanoğlunun özü bu işte, neden yanıldın. Ama insan nisyanla maluldür, olacak o kadar. Bazı şeyleri daha iyi anlayabilmek için zaman zaman bunları yaşamak lazım.
Yalnızlık senfonimi ilmik ilmik ören bir dize daha var ki, gerçek sevgili ve dostun O olduğunu derunuma işliyor:
“Kalacak kim var ki dost tomarından O var sana yakın şah damarından”
Bu kadar yalnızlıktan dem vurdum, oysa O varsa yalnızlık diye bir şey yoktur. Gerçek dost O’dur. Hiç bir anımda beni yalnız bırakmayan ve hep yanımda olan O’nu, ben unutsam da O beni unutmuyor çok şükür. İyi ki O var, iyi ki O var.
Kilo vermeye çalışan biriyseniz yazı başlığını görünce bu yazıya bakmadan geçemeyeceksiniz diye düşünüyorum. Zira kilo vermek gerçekten meşakkatli ve mutsuzluk verici bir olgu. Pazartesi diyete başlayıp çarşamba günü bırakanları veya diyetteyim deyip baklavaları birer ikişer götürenleri hepimiz görmüşüzdür.
Diyet yapmadan nasıl kilo verdim?
Bu yazı “nasıl kilo verilir” yazısı değil, o yüzden kendinizi kasmayın, size öğütler verecek değilim. Şöyle yapın böyle yapın diyen birçok yazı bulabilirsiniz internette. Gazetelerde bile öneriler görebilirsiniz. Ben kendi hikayemi yazacağım, belki birilerine faydam dokunur bilemiyorum.
Her şey on ay önce endokronoloji doktoruna gitmemle başladı. Yaklaşık beş yıldır hipoglisemi ile mücadele ediyorum, ani kan şekeri düşüklüğü. Bunun bir ilacı yok, ara öğünlerle idare ediyorum. Uzun zaman kan değerlerimi ölçtürmemiştim, bu yüzden doktora uğradım. Doktorla sohbetimizde yeme alışkanlıklarımı sordu ve özellikle her gün işyerinde kahvaltıda yaptığım simit-kaşar ikilisini bırakmamı istedi. Sabah yapılan tokluk şekeri ölçümlerinde simit yemenin değeri 20 birim arttırdığını söyledi.
Doktorun söylediklerinden aklımda kalan sadece bu oldu, diğerlerini hatırlamıyorum. Ertesi sabah bu dediğini uygulamaya başladım ve artık sabahları kepek ekmeği ve beyaz peynir ikilisine döndüm. Bunun yanında akşamları az yemeye başladım. Evde tabaklar normalden küçüktü zaten, sadece bir tabak yemeye başladım. Herhangi bir diyet programını takip etmediğim için her şeyden az miktarda yemeye başladım. Tatlı konusunda baklava türlerini vs kesip attım, sadece sütlü tatlılar yedim. Bir de -daha önce yapmaya çalışıp vazgeçtiğim- çayı şekersiz içmeye başladım. Önceleri çayın tadı kötü oluyordu ama buna direndim zira burada beni tetikleyen şey, günde ortalama 10 bardak çay içtiğimi düşünürsek iki kesme şekerden totalde yirmi kesme şekerden oluşan avuç dolusu şekeri vücuduma almanın anlamsız ve rahatsız edici olduğunu düşündüm. Şu an bunu yazarken bile gözümün önüne iki avucumun şekerle dolu olduğu geldi. Son olarak haftada bir veya iki kez 40 dakikalık yürüyüşler yaptım. Kapalı alanlarda spor yapma fikri hoşuma gitmiyor. Dışarıda oksijen almak ve yürümek ruhuma da iyi geliyor.
Tüm bunları dediğim gibi herhangi bir diyet programı veya birinin zorlaması ile yapmadım. Fazla kiloların bedeni yorduğunu, bel fıtığına sebep olduğunu, eğilip kalkarken bile rahatsızlık verdiğini düşündüm. İşin arka planında ise hiçbir zaman aklımdan çıkmayan Mevlana’nın “dolu midede hikmet bulunmaz” sözü yatıyordu. Bu söz, herhangi bir zaman diliminde yemeği fazla kaçıracak olsam aklıma düşer ve beni rahatsız ederdi.
94 kilo ile başlayan bu macerada 45 gün sonra ilk kez tartıya çıktığımda 89 kilo olduğumu görmem beni oldukça şaşırttı. Hem şaşırdım hem de bu durum hoşuma gitti. Hiç bir zorlama olmadan ve istediğim her şeyi yiyerek bu kiloya ulaşmam beni mutlu etti. Bu andan itibaren daha dikkatli olmaya başladım. Aynı düzeni sürdürerek devam ettiğimde 4. ayın sonunda 84 kilo olduğumu gördüm. 4 ayda 10 kilo vermiştim. Bu, beni ve çevremi de çok şaşırtan bir durum oldu. En güzel tarafı da çevrenizden gelen olumlu tepkiler ve nasıl başardın sorusunu cevaplarken içinizde yaşadığınız mutluluk.
Şimdi yukarıda bahsettiğim düzeni devam ettiriyorum. Farkında olmadan 1 kilo daha vermişim, şu an 83 kiloyum. Bundan sonrasında önemli olan mevcut durumu korumaya çalışmam. Ara sıra kaçırsam da hemen topluyorum kendimi. Zaten midem küçüldüğü için fazla yeme isteği de doğmuyor.
Hayatımda hiç diyet yapmadım, diyetisyene gitmedim. Fakat diyet yapan insanların mutsuz olduğunu görüyorum. İnsanın istediğini özgürce yiyememesi bir süre sonra diyeti bırakmasına da sebep oluyor kanımca. Benim hikayemde bu durum olmadığı için başarılı oldum herhalde. Şimdi daha fit görünüyor ve bunun keyfini çıkarıyorum. Şunu da belirtmem gerekiyor: hangi yiyecek kaç kalori, neyi neyle yemek gerekir vs gibi detayları hiç bilmiyorum.
Bu arada kilo vermenin maliyet açısından etkileri de yok değil 🙂 Tüm kıyafetlerimi değiştirdim diyebilirim, bu da haliyle direkt cebimi etkiledi ama olsun halimden hiç şikayetçi değilim…
Hiç böyle olmamıştı bugüne kadar. En az haftada bir bir şeyler karalıyordum ama üç haftadır yazamıyorum. Aklıma farklı fikirler, yazılar geliyor fakat bunları bir türlü dökemiyorum yazıya. Sonbahar depresyonu mu desem, iş yoğunluğu mu desem, yoksa bir tıkanıklık mı yaşıyorum desem, bilemedim! Aslında insanın kendini nadasa bırakması gerektiğine inanırım bazen. Şimdilerde detoks deniliyor buna ama benim bahsettiğim ruhsal detoks.
İlk günden itibaren sırf yazmış olmak için yazmamayı ilke edindim, böylece blogu çöpe döndürmeyecektim. O yüzden -bu anlamda-halimden çok şikayetçi değilim aslında. Ama yine de neden böyle oldu diye düşünmeden edemiyorum.
İnsan hayatında bazı zaman dilimlerinde tıkanıklıklar yaşanabiliyor. Önemli olan bunun kalıcı hale gelmemesi, yoksa hep aynı duygu ve düşünce düzeyini yakalamak imkansız. Mevsim değişiminin de etkisi olduğunu düşünmeye başladım. Sonbaharın doğadaki etkisi ruhlarımıza da yansıyor sanırım. Yaprakların sararıp düşmesi, havanın soğumaya başlaması ve ağaçların çıplaklığa bürünmesi ömrün son demlerini hatırlatmıştır hep. Ve sonrası kış. İlkbaharla doğa dirildiği gibi insan da diriliyor sanki. Derin çizgilerle ayrılmış değil aslında bunlar arasındaki geçişler. Gün içinde bile yüreğinde iniş ve çıkışlar yaşayabiliyor insan.
Melankolik bir yazı oldu, bu sefer de böyle olsun. Yazıyı Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın “Sonbahar” isimli şiiriyle bitirelim:
Bu yazıyı kişisel tarihime not düşmek için yazıyorum, zira dünya için küçük bizim için büyük bir hadise oldu ve 16 Mayıs 2015 Cumartesi günü oğlumuz dünyaya geldi.
12 yaşında bir kızım ve 7 yaşında oğlum var. Onları büyüttük bu yaşa getirdik, artık defteri kapattık derken göklerden gelen bir karar bizim planlarımızın üzerine çıktı ve oğlumuz dünyaya geldi. İyi ki de gelmiş, hoş sefa gelmiş.
Dünya üzerinde ilk adımlar (gözlüklü olan doktor değil benim)
Bebek haberini ilk aldığımızda çevremin tepkileri farklı olmuştu. Özellikle bizim gibi büyükşehirde yaşayan ve bu karmaşa içinde çocuk büyütmenin zorluklarını bilen insanlar ikinci hatta üçüncü çocuğa hiç yaklaşmak istemiyor. Bunda haklılık payı da yok değil. Doktorundan bakıcısına, kreşinden okuluna kadar çocuğu belli yaşa getirebilmek için aslında çok mesafeler katediliyor ve günümüz insanı yoruluyor. Hem maddi hem manevi anlamda yoruluyor gerçekten ve bu yüzden ikinci veya üçüncü çocuğa hayır deniliyor. Gördüğüm manzara -ben dahil- şöyle: “Evet, kardeş iyi ama bu devirde bakmak çok zor, hele üçüncü mümkün değil”. Açık konuşmak gerekirse bunda kişisel konfor alanımızdan feragat etmeme baskın görünüyor. Biraz kendi rahatımızı düşünüyoruz yani. Hamilelik, doğum, sonrasında eve kapanıp çocuğa bakma, seyahat kısıtlaması, kariyer hedefleri, iş hayatının yoruculuğu, ekstra masraflar …. gibi konular bizi etkiliyor.
Doğuya yaptığım seyahatlerde en az 7-8 çocuk sahibi kişilerle karşılaşmıştım. Bazıları kızları saymıyordu zaten, onlar nasıl olsa gidecek, ele karışacak diye!! Adam 3 çocuğum var demişti bana, buralar için az değil mi dediğimde “4 tane de kız var ama onları saymıyorum” demişti. Tabii, oradaki insanın hayata ve çocuklara bakışıyla bizimki bir değil. Şunu da teslim etmek lazım, eskiden bir çocuk için bizim uğraştığımız kadar emek harcanmıyordu sanki. Biz mi bazı şeyleri abartıyoruz, en ufak ateşi çıktığında hemen hastaneye koşuyoruz vs. Aslında bunu daha çok ilk çocukta yapıyorsunuz, ikinci de bu kadar telaşlı olunmuyor (kendimden biliyorum).
Bir bebeğin hayatımıza girmesi bana neler hatırlattı, biraz da ondan bahsedeyim.
O çok sevilen ve eşi benzeri olmayan bebek kokusunun nasıl bir şey olduğunu
Mamanın nasıl hazırlandığını
Çocuğu omzuna koyup gazının nasıl çıkarıldığını
9 ay hasret ve merakla beklenen bir canın neye benzediğini görebilmeyi
Anne karnındaki bebeğin yaşamının bu dünyaya ve doğumdan sonrasının ise ahiret hayatına benzediğini
Anne karnındaki bebeğin gelişim videolarını izleyerek aslında bunun büyük bir mucize olduğunu
Annelerin eli öpülesi varlıklar olduğunu ve asla haklarının ödenemeyeceğini
Bebeklerdeki saflığı görünce kirli dünyaya ne kadar battığımızı ve dünya koktuğumuzu (Bu madde biraz içimi acıttı.)
Şefkat ve merhamet duygularımın tavan yaptığını ve hayata ve insanlara daha sevgi dolu baktığımı
Kızımı ve oğlumu asla ihmal etmemem gerektiğini, aksi durumun benim zararıma olacağını
Finansal bütçemizi tekrar gözden geçirmem ve tasarruf edecek şeyler bulmam gerektiğini (ek iş de olabilir)
Birkaç yıl sonra 3+1’den 4+1’e geçmek için emlak sitelerinde araştırmalar yapmayı
Bir daha çocuk sahibi olursam, yıllar boyu devlet yardımı almak için, İsveç vatandaşlığına geçmem gerektiğini
Allah hepimize çocuklarımızı sağlık ve afiyet içinde büyütmemizi ve hayata hazırlamamızı nasip etsin, amin.
Sahi neden kitap okumayı sevmiyoruz? Kitapların bize sunduğu farklı dünyaları neden merak etmiyoruz? Çok mu yoğunuz, kitaba ayıracak vaktimiz mi yok? Saçma sapan şeylere bolca zaman ayırırken kitap denince neden geri çekiliyoruz?
Neden Kitap Okumayı Sevmiyoruz?
Türkiye olarak milletçe kitap okuma konusunda sıkıntılarımız var. Bunun birçok sebebi bulunuyor, buna daha sonra değineceğim. Ülkeler arasında yapılan istatistiklerde kitap okuma oranlarında çok gerideyiz. Yıllık kitap okuma ortalamalarını kısaca hatırlarsak;
Bir Japon 25 kitap
Bir İsviçreli 10 kitap
Bir Fransız 7 kitap
Türkiye’de ise 6 kişi 1 kitap okuyor.
Son yıllarda okullarda yapılan çalışmaları biliyorum. Çocukları kitap okumaya alıştırmak için ilk dersleri kitap okuma saati yapma, ev ödevleri verme gibi güzel çalışmalar mevcut. Bunun yanında geçmişe göre insanımızın, özellikle gençlerin daha fazla okuduğunu görüyor ve seviniyorum fakat yine de istediğimiz seviyede değiliz. Neden acaba, bunlara bakmaya çalışalım…
Okuma Alışkanlığı Ailede Başlar
İstisnalar olsa da okuma alışkanlığının ailede kazanıldığı bir gerçektir. Günde ortalama 6 saat TV izlenen bir ailede anne baba eline kitap almıyor ve bu şekilde çocuklarına örnek teşkil etmiyorsa, istediği kadar çocuğuna “evladım kitap okumalısın” dese de bir faydası olmayacaktır. Çocuklara sözle değil hal ve hareketlerimizle örnek olmalıyız. Bu sadece kitap okumayla da sınırlı değil. Değerlerimizi, doğruyu ve yanlışı da aynı şekilde öğretebiliriz. Çocuklar büyürken -özellikle belli yaşlarda- ardı arkası gelmeyen sorular sorar. Bu sorularına cevap vermeye çalışırız. Oğlumun verdiğim cevaplar karşısında şöyle dediğini hatırlıyorum:
– Baba, bu kadar şeyi nasıl biliyorsun? Her sorduğuma cevap verdin.
Cevabım şöyle olmuştu:
– Bu bilgileri kitaplardan öğreniyorum. Sen de kitap okuyarak öğrenebilirsin.
Bu cevap, zorla ve baskıyla “kitap oku” demektense aklında daha çok yer edinmiştir diye düşünüyorum.
Ayrıca çocuğunuzla kitapçıya gitmenizi ve orada vakit geçirmenizi tavsiye ederim. Şimdiki kitapçılarda bir köşeye oturup kahvenizi yudumlarken kitaba göz gezdirme şansınız var. Çocuğunuz bu iklimi yaşasın. Burada siz kitap önermeyin, bırakın o ilgisini çeken bir kitabı alsın. İnanın sizin aldığınız ama okumadığı kitaptan ziyade kendi ilgisini çeken bir kitap onu daha çok sevindirecektir.
Okullarda Kitap Okumanın Teşvik Edilmesi
Bizim zamanımızda kitap okuma saatleri yoktu. Bir ders buna ayrılmazdı sanırım. Şimdi bakıyorum, öğretmenler bu anlamda güzel uygulamalar yapıyor. Ödev olarak kitap okuma ve özetini getirme gibi şeyler söz konusu. Bu çok güzel ama dikkat edilmesi gereken bir husus var bence. O da bunun zorlayıcı bir şekilde olmaması ve çocuğun sevmediği kitapları okumak zorunda bırakılmaması. Eğitimci değilim ama bu durum ters tepebilir diye düşünüyorum.
Mazeret Hastalığımız
Çocukları geçtim şimdi büyüklere geldik. Mazeret hastalığı dediğim bir olgu var insanlarda gördüğüm. Bu sadece kitap okumada değil, başka şeylerde de geçerli. “Kitap okuyamıyorum, akşam eve gelince yoruluyorum zaten, çocuklarla ilgileniyorum, biraz da televizyon izleyince uykum geliyor, kitap okumaya vakit kalmıyor”. Bunu söyleyenlere direkt cevabım “yatmadan önce bir 10 sayfa da mı okuyamazsın? Bu kadar da mı vaktin yok?” İnanın bu, insanın kendine uydurduğu bir mazeretten öte değil. İsteyen insan her şeye vakit ayırır. Kitap okumak istiyorsak mazeret hastalığından kurtulmamız gerekiyor.
Şimdi de neden kitap okumamız gerektiği ve kitap okumanın bize neler katacağından bahsetmek istiyorum:
Kültürlü Bir İnsan Olmanın Yolu Kitaptan Geçer
Kültürlü bir insanla yaptığınız sohbeti hatırlayın, dakikaların nasıl geçtiğini anlamazsınız bile. Sohbet bitmesin diye de düşünürsünüz. Kültürlü olmak hiç kolay değil. Bu seviyeye gelmek için o insanın kaç fırın kitap okuduğu bellidir. Sadece televizyon izleyerek veya sosyal medyayı karıştırarak edindiğimiz bilgiler, bizi maalesef kültürlü bir insan yapmıyor.
Kitap okumanın önemi
Kelime Haznemizin Artması
Okumayan bir insanın günlük kelime haznesi 200 civarı deniliyor. Yani bu insan 200 farklı kelimeyle gününü geçirebiliyor ve bundan rahatsız olmuyor. Bazılarına dikkat edin, cümle kurarken bile zorlanır, hep aynı kelimeleri tekrar eder vs. Kelime haznemizi geliştirmek için mutlaka kitap okumamız lazım. Aksi takdirde güdük bir Türkçe’yle hayatımızı idame ettirmeye devam ederiz.
Başka İnsanların ve Hayatların Farkına Varmak
Kitap okumanın, özellikle romanın, en güzel yanlarından biri başka hayatların olduğunun farkına varmaktır. Bu dünya üzerinde insanlar neler yaşıyor, ne acılar çekiyor, ne aşklar yaşıyor gibi soruların cevabı yine kitap okumaktan geçiyor. Sanırım bu hayatları merak etmediğimiz için okumuyoruz da. Aslında meraksız bir millet değiliz. Komşumuzda ne olduğunu, magazin ünlülerinin neler yaşadığını merak ediyoruz fakat iş bunu kitap okuyarak öğrenmeye gelince tembelleşiyoruz.
Kitap Okumayı Sevmiyoruz
Aslında sözün kısası kitap okumayı sevmiyoruz. Kitabın bize neler kazandıracağının farkında değiliz. Kitap okumayı kahvaltı yapmak, işe gitmek, araba sürmek gibi günlük rutin olarak yaptığımız işler gibi görmediğimiz sürece ve kitap okumanın insana verdiği hazzı tatmadığımız sürece ne söylesek, ne kadar yazsak boş. Bunu başarabilen ve bu tadı alan insan ömrü boyunca kitaplardan ayrılmaz zaten.
Günde 10 Sayfa Okuyun
Yukarıda bahsettim, yinelemekte fayda görüyorum. Vakit ayıramıyorsanız en azından yatmadan önce elinize bir kitap alın ve günde 10 sayfa okuyun. Günde 10 sayfa demek, ayda 300 sayfa demek olur ki, bu da ortalama ayda bir kitap bitireceğiniz anlamına gelir. Yılda da 12 kitap eder. Bunu lütfen deneyin, gerçekten hoşunuza gidecek.
Sizi Sıkan Kitapları Okumayın
Herkesin ilgi alanı farklıdır. Sırf kitap okuyacağım diye hiç ilginizi çekmeyecek bir konudaki kitabı elinize alıp okumaya çalışmayın. Bu aksi tesir yaparak kitaplardan uzaklaşmanıza vesile olabilir. Sevdiğiniz bir kitabı okumaya çalışırsanız bir çırpıda bitireceğinizi göreceksiniz.
Daha Az Televizyon İzleyin
Yaklaşık bir yıldır -bazen haberler dışında- televizyon izlemedim. İnanın o kadar vakit size kalıyor ki, ister kitap okuyun, ister benim gibi blog yazılarınızı yazın, başka bir hobiyle uğraşın. O saçma sapan dizilerin insana kattığı pek bir şey yok, inanın. Önemli bir konunun tartışıldığı, bilgi edinebilecek programlara bir şey demiyorum fakat Türkiye’de ortalama televizyon izlenme oranı günlük 6 saat. Bu 6 saatte neler yapılmaz ki?
“Oku” Emrini Yabana Atmayın
Müslüman bir memlekette yaşıyoruz ve Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetinin “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz. Neyi okuyacağız derseniz bu emirle kastedilenin üç şey olduğunu söyleyebilirim: Kur’an’ı oku / Kendini oku / Kainatı oku. Bu emri bildiğimiz halde neden uygulamıyoruz? Bunu herkesin samimi bir şekilde kendine sorması gerekiyor.
Bu kadar şey söyledim ama eskiye oranla daha çok okuduğumuzu, özellikle gençlerin bu anlamda iyi olduğunu söylemem lazım. Kitapçılara girdiğimde gençlerin sayısının fazla olması, beni ümitvar kılıyor.
Yazıyı aşkla bitireyim: insan okudukça bilgi edindikçe bir yere kadar geliyor ve artık bilgi onu aşka taşımaya başlıyor. Mevlana’nın Şems’i araması ve bilgiyi bir kenara bırakması gibi. Fuzuli üstadımızın sözüyle noktayı koyalım:
“Aşk imiş her ne var alemde / İlim bir kıyl-ü kal imiş ancak”
Youtube Yasağı, YGS Sonuçları ve Milli Gelirimiz Arasındaki İlişki
Nereden başlasam bilmem ki? Doların yükselişi, faiz-enflasyon sarmalı, 2014 yıllık büyüme oranımız, eğitim sorunumuz, YGS sonuçlarının vahim hali ve orta gelir tuzağında kalmış ve bir türlü kurtulamayan ülkemizden bahsedecekken bugün bir de Twitter ve Youtube yasakları eklenince artık bu yazıyı yazmak farz oldu.
Youtube Yasağı
Yazıyı yazmam farz oldu dedim zira her gün ülke gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, ortalama bir Avrupa ve Amerika vatandaşının başını döndürür bu hızlı gündemimiz.
Önce dolardan başlayalım.
Kısa bir zaman içinde 2.35 TL seviyelerinden 2.60 TL bandına gelip oturan dolar, ham maddeyi euro ile alıp dolar ile malını satan ihracatçının yüzünü bir nebze güldürse de, bizim gibi normal vatandaşa çarşıda pazarda enflasyon olarak geri dönecektir, dönüyor da. Dolarla kazanmıyoruz ki diyebilirsiniz ama petrolünü, doğalgazını vb gibi ana kalemleri dolarla alan bir ülke olduğumuz için hayatın içine pahalılık olarak yansımaması imkansız. Amerikan Merkez Bankası FED‘in para musluklarını kısacağı geçen yıldan belliydi. FED’in ortaya saçtığı dolarlar, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere girip yüksek kazançlar sağladıktan sonra muslukların kısılmasıyla geri dönecektir. Bunu herkes biliyordu, biz de biliyorduk, bizim idarecilerimiz de. Peki, gelişmekte olan bir ülkeye gelen yatırımcı hangi şartlar olursa o ülkede kalabilir? Tabii ki, güvenebileceği bir ortamın oluşmasıyla. Dikkat edin son üç aydır bağımsız Merkez Bankası ile girilen polemikler, para musluklarını kısıp faizini artırmayı düşünen Amerika’ya doğru paranın gitmesini sağlamaz mı? Yatırımcı neden maceraya girsin ki? Amerika gibi bir ülkenin şimdilik faizi -sanırım- 0.5’ler düzeyinde, seneye bu 2.5’e çıkacak. Az kazanırım ama yatırımımı tehlikeye atmam şeklinde düşünmeleri normaldir.
Yıllık Büyüme Oranımız 2.9
Durum böyleyken bizim gibi gelişmekte olan ve cari açığını azaltmaya çalışan bir ülkeye ilaç gibi gelecek bir fırsattan maalesef yararlanamadık. Petrol fiyatları 100 dolarlardan 50 dolar seviyelerine geriledi. Bu bizim için çok güzel bir fırsattı. Ekonomi yönetiminin cari açığı azaltıcı yöndeki hareketleri (cep telefonları ve diğer elektronik eşyaların taksitle alınmasının engellenmesi), petrolle beraber belimizi büken dış açığımızı azaltıcı yönde etki yapmalıydı ve bizler bunu büyüme rakamlarında görmeliydik ama maalesef göremedik.
Şimdi bu makro ekenomik değerlere bir bakalım:
2014 yılında GSYH(Gayri Safi Milli Hasıla) miz TL bazında artmış: 1.567–>1.764 Milyar TL
Doların yükselişi sebebiyle dolar bazında GSYH ise düşüş göstermiş : 823—>800 Milyar USD
Bu da, dolar bazında hesaplanan kişi başı GSYH‘mizi düşürmüş: 10.822—>10404 USD
Görüldüğü üzere büyüdüğünü düşündüğümüz ekonomimiz, dolar açısından bakıldığında küçülmüş. Yani ortalama bir vatandaşın yıllık geliri 400 USD azalmış.
Yeri gelmişken Türkiye’nin Makro Ekonomik Göstergelerine topluca bakmakta fayda var:
Temel Makro Göstergeler-Kaynak (www.mahfiegilmez.com)
2015 YGS Sonuçlarının Vahim Durumu
Ekonomik göstergelerin YGS ile ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz ama bence hepsi birbirine bağlantılı. 2015 yılında yapılan YGS sınavının açıklanan sonuçlarına göre öğrencilerin başarı ortalaması geçen yıla göre düşüş göstermiş. 2015 yılında YGS sınavına 1.987.484 aday girmiş ve bu adayların 1.369.147’si LYS barajını aşmış. Benim üzerinde duracağım konu ise ortalama doğru sayıları. Şimdi sayılara bakalım.
Tüm adaylarda 2015 YGS ortalama doğru sayıları: (her dalda 40 soru sorulmuş)
Türkçe : 15,8
Sosyal Bilimler : 10,7
Temel Matematik : 5,2
Fen Bilimleri : 3,9
Bu sayılar şunu gösteriyor: bizim eğitim sistemimiz, lise son çağına gelen bir öğrenciye temel matematik ve fen bilimlerinden hiç bir şeyi öğretememiş meğer. 40 matematik sorusundan ortalama 5 tanesini yapan bir öğrenci, matematikten hiç anlamamış demektir. Muasır medeniyetler seviyesine geçmek için çabalayıp duruyor ve bilim ve teknolojide gelişmiş ülkeleri yakalamaya çalışmak istiyoruz ama 12 yıl okuyan ve lise sona gelen bir öğrenci, 4 tane fen bilimleriyle ilgili soruyu cevaplayabiliyor. Demek ki bir yerlerde bir hata yapıyoruz. Eğitim sistemimizin yap-boz tahtasına döndüğünü daha önce söylemiş ve Finlandiya Eğitim Sistemi ve Pisa Sınavlarıyla ilgili bir yazı yazmıştım. Bir de OECD 2014 Türkiye Eğitim Raporu var. Bu yazılara bakmanızı tavsiye ederim.
Bunlarla ekonominin, büyüme hızının vs ne ilgisi var demeyin lütfen. Hepsi birbiriyle bağlantılı konular. Eğitim sistemini yenileyen ülkelerin başarıları ortada ve biz bunlara gıptayla bakmaya devam ediyoruz. Avrupa’dan örnekler dışında önümüzde bir Güney Kore var. Eğitim sistemini yenilemiş ve bir daha bozmamış!! araba ve teknolojiye devlet yatırımlarıyla bugünlere gelmiş. Bize de İphone ile Samsung arasındaki yarışta taraftarlık yapmak düşmüş.
Orta Gelir Tuzağı
Orta Gelir Tuzağı denilen bir kavram var ekonomide. Dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD’nin kişi başı GSYH’si baz alınıyor bu noktada. ABD’de kişi başı gelir (GSYH), 50.000 USD civarında. Bir ülkenin kişi başı geliri, ABD’nin kişi başı gelirinin %20 seviyelerine geliyor ve burada tıkanıyorsa, bunu aşamıyorsa “orta gelir tuzağı“na düşmüş sayılıyor. Türkiye de bu ülkelerden biri. Son 10 yıl içinde ABD’yle orantılı olarak kişi başı gelirimiz yükseliyor ama bir türlü %20’yi geçemiyoruz (10.000 USD civarı). Eğer yapısal ekonomik reformlar, eğitim düzenlemesi, hukuksal reformları yapamazsak daha çok orta gelir seviyelerinde dolaşırız.
Son Olarak Youtube ve Twitter Yasağı
Bugün bir haber düştü ajanslara: geçen haftaki üzücü savcı suikastının görüntüleri yer aldığı için Twitter ve Youtube’a erişim yasağı kondu. Şehit savcımız konusunda söz söylemeye bile gerek yok, o kadar üzüldüm ki, anlatamam. Ben konuya, bu sosyal medya araçlarının yasaklanmasının dünyada uyandıracağı yankılar üzerinden yaklaşmak istiyorum. Bu arada, şehit savcımızla ilgili görüntülerin kaldırılması için Twitter ve Youtube’a istek gönderildi de onlar mı kaldırmadı bilemiyorum ama en azından toptan kapatmak yerine bu yola gidilebilirdi. Türkiye’ye yatırım yapmak, sıcak parasını buraya getirmek isteyen yabancıları düşünün. Bir de bu sosyal medya araçlarının kapatıldığı haberini duymalarını. Bu durumda ülkemize gelirler mi? Bu söylediğim yatırımcılar az-buz değil, milyarlarca doları yöneten büyük fonlar.
Yeri gelmişken ülkelerin tasarruf oranlarına da dikkat çekmekte fayda var. Türkiye’de ortalama tasarruf oranı milli gelirin %11’i civarında. Gelişmekte olan ülkelerde bu oran %33’ler seviyesinde. Çin’de ise %50. Peki tasarruf neye yarıyor? Tabii ki yatırıma. Biz bir köşeye tasarruf için para koymuyor ve bunu yatırıma yöneltmiyoruz, başka ülkelerin tasarruflarını bizim ülkemize getirmesini ve yatırım yapmasını bekliyoruz. Yabancı yatırımcı da bunu bedava yapmıyor tabii.
Ülke olarak tasarruf oranımızı artırıp yatırıma yönlendirelim diyoruz ama şöyle bir gerçek de var:
2014 yılında dünya ekonomisinde toplam gelir tahmini olarak 75 trilyon dolar. Ve geçen yıl yine tahminlere göre 4 trilyon dolar tasarruf yapılmış. Bu para, bir şekilde dünyadaki ülkelere yatırım olarak gidecek. Biz Türkiye olarak bu 4 trilyon dolarlık tasarruf miktarının %1’ini alabilsek 40 milyar dolar eder. 40 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi bizim için az bir rakam değil. Peki, bu para bize neden gelmiyor? Ülkenin dışarıdan görünen bu hali yüzünden. Eğitim ve hukuk sistemimizi iyileştirmezsek yabancı yatırımcı bize uğramayacaktır.
Son söz niyetine;
Yazı boyunca ekonomiden, yabancı yatırımcıdan bahsettim. Sıcak parayla sürdürülebilir bir ekonominin olmayacağını sağır sultan bile duydu. Fakat global dediğimiz bir dünyada elinde parası olanlar güvenli liman arıyor. Güvendikleri yere bu paralarını yatırıyor ve ülkeler de bu paraları kullanarak yatırım yapıyor ve kalkınıyor.
Bir haftadır aklımda yer eden bu düşünceleri buraya yazmak bana iyi geldi! Haber sitelerine baktığımda Youtube ve Twitter yasağının kalkmakta olduğunu görüyorum. Bir ekonomist değilim, belki bu yazdıklarımda hatalar olabilir bilemiyorum. Bu sitede elimden geldiğince bilim ve teknolojiyle ilgili önemli bulduğum şeyleri paylaşmaya çalışıyorum. Bizim kalkınmamız bundan geçiyor, başka türlü bu olmayacak. Yüksek teknoloji ürün ihracatımız artmaz ve bu ülkede demokrasi, hukuk ve eğitim sisteminde bizlere ve dünyaya güven veremezsek uzun yıllar boyunca yerimizde kalacağımızı öngörmek hata olmaz.
Siz neler düşünüyorsunuz? Gelişmiş ülkeler safında yer almamız için neler yapmamız gerekir?
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyıl, teknolojik gelişmelerin hayatımızı iyiden iyiye kuşattığı ve bizi içinden çıkılmaz bir sarmala doğru sürüklediği bir yüzyıl olarak tarih sahnesinde yerini almaya başladı. Milyonlarca insanın hayatına mal olan büyük savaşlar, bir yandan da bilim ve teknolojinin gelişmesinde akıl almaz ilerlemeler kaydedilmesine sebep oldu. Zaten askeri teknolojiler bu anlamda her zaman öncü olmuşlardır.
Bu blogda elimden geldiğince önemli bulduğum bilim ve teknoloji yazıları yazmaya çalışıyorum. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin akıl almaz hızı, bizleri ister istemez yeni bir hayat tarzına doğru itiyor. Elbette teknolojiye karşı olacak değilim fakat sürüklendiğimiz bu yeni hayat tarzı, bizden bir şeyleri de alıp götürüyor mu acaba?
Bu yazıyı yazma sebebim, aşağıda göreceğiniz 8 dakikalık kısa belgesel film. Önce belgeseli izleyelim, yorumlar daha sonra:
https://www.youtube.com/watch?v=ipe6CMvW0Dg
Yapımcı, belgeseli hazırlama sebebini şöyle açıklıyor:
“Bu belgeseli Amerikan eğitim sistemi, dev şirketler, özgürlük, para, Amerikan kapitalist sistemi, iklim değişimleri, genetiği değiştirilmiş yiyecekler gibi konuları sorgulamak için hazırladım”.
Modernizmin ve tabii teknolojik gelişmelerin sistemsel eleştirisinin Amerikalı birinden çıkması ilginç ve güzel olmuş. Zira, malum olduğu üzere özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin altında Avrupa yanında Amerika da var. Kyoto Protokolü‘ne Amerika’nın neden hala imza atmadığı düşündürücüdür. Bu gelişmiş ülkeler, dünyanın bu hale gelmesinde büyük etkendir. Dünyanın kirli ve yaşanmaz bir hale gelmesinde katkıları büyüktür. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin çevreye verdiği zarar, diğerlerine oranla daha azdır.
On yıl önce elimizde akıllı telefon ve tabletler yoktu. Bu cihazlara öyle bağımlı hale geldik ki, elimizden bırakamaz olduk. Sosyal medya dediğimiz şey ilginç bir yaşam tarzına doğru gittiğimizi gösteriyor. Önümüzdeki ekranda güzel doğa fotoğrafları görüyor ve bunu paylaşıyoruz ama o doğayı yaşamayı ıskalıyoruz.
Paranın bizleri ve sosyal hayatı ne hale getirdiği maalesef ortadadır. İnsana dair erdemlerin arka plana itilmesi, parası/gücü olanın ön planda olması ve itibar görmesi çok acıdır. İki gönül bir olunca samanlığın seyran olması çok gerilerde kalmış, artık paranız yoksa kimse yüzünüze bakmıyor. Belgeselde de bahsedildiği üzere, para kazanmak ve hayatımızı sürdürebilmek için büyük patronların şirketlerinde rutin bir çalışma hayatı sürdürüyor ve kazandığımızı da yine başka dev şirketlere aktarıyoruz.
Canan Karatay onu yemeyin bunu yemeyin diyor ama yiyecek doğal olan ne kaldı bilemiyorum..Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakıyoruz, bazen düşününce içim acımıyor değil. Su, hava, yiyecekler kirli. Sonra da hasta olup yine dev şirketlerin ürettiği ilaçları ömür boyu kullanarak onlara gelir sağlıyoruz. Trigliseritim yüksek fakat sırf bu yüzden devamlı ilaç almak istemiyorum, bu düşünce beni rahatsız ediyor. Dün de kolestrol için devamlı ilaç kullanmaya gerek olmadığı şeklinde haberler vardı. Artık neye inanıp neye inanmayacağımızı bilemiyorum.
Belgeselin eleştirdiği rutin hayatlarımız, daha önce sanal gerçeklikle ilgili yazdığım yazıdaki düşünceleri aklıma getiriyor. Rüyadaki gibi yaşıyoruz, ne zaman uyanacağız? Ne zaman rutin yaşamlarımızı kırıp istediğimiz şekilde yaşayabileceğimiz bir hayata adım atacağız? Gücü ve parayı elinde tutanlar, bizi sanki Matrix filmindekiler gibi yaşatmaya zorluyor.
Evlerimizde doğal gazla ısınıyoruz ve her şey elektrikle çalışıyor. Ülkemizdeki elektrik santrallerinde doğal gaz kullanım oranının %50 olduğunu ve bu doğal gazın dışarıdan geldiğini hatırlamakta fayda var. Rusya ve İran gazımızı keserse halimiz nice olur bilemiyorum. Arabalara o kadar alıştık ki, yürümeyi unuttuk. Petrolle çalışan bu arabalar için dışarı tonlarca para ödüyor ve petrolün biteceğini de biliyoruz. Gerçi dev şirketler bizi düşündüğü için elektrikli ve hidrojen yakıtlı araçları hazırlıyor ve bunu başka kimselere bırakmıyor!!
Yazı böyle uzar gider, kesmekte fayda var!! Bazı şeyleri değiştiremeyeceğimiz malum, ütopik hayaller peşinde de değilim ama en azından bireysel anlamda rutin hayatlarımızdan biraz olsun kopup kumun altına gömdüğümüz kafamızı çıkararak ilk adımlarımızı atabiliriz….
Bundan tam 10 yıl önce bugün, 28 Ocak 2005 tarihinde ilk blog yazımı yazarak blog dünyasına adım atmıştım. Tam 10 yıl olmuş, dile kolay, az zaman değil.
kişisel, teknoloji blog
Blog dünyasına adım atmadan önce kendimce kağıtlara yazılar yazardım arasıra. Kişisel bir web sayfam vardı ama blog tarzında değildi. Yazıları blog şeklinde nasıl yazabilirim, aslında böyle bir platform olsa ne kadar iyi olur derken araştırmalarım sonucu Google‘ın Blogspot platformunu buldum. Blogspot’u aslında başka biri bulmuş, O da benim gibi düşünmüş sanırım, kişisel web sayfası yerine günlük tarzı bir web sitesi. Biraz ünlenince -yanlış hatırlamıyorsam- Google, Blogspot’u 1 milyon dolara satın almış.
23 Haziran 2014 tarihine kadar bu ilk blogumda yazmaya devam ettim, adı “Dilimden Dökülenler” . Daha sonra WordPress altyapısı ve suatsaygin.net alan adına geçtim ve biraz da yazılarımı kişisel düşüncelerimden çıkararak merak ettiğim, hoşuma giden, ilgimi çeken bilim,teknoloji vb gibi konularda yazmaya başladım. Bir öncekine göre biraz daha amatörlükten sıyrılmaya çalıştım diyebilirim. Şu anki blog için gelen olumlu tepkiler beni mutlu kılıyor. Hatta bazen “bu yazıları sen mi yazıyorsun, yoksa kopya mı?” sorularına maruz kalıyorum 🙂
Dilimden Dökülenler blogum aslında kişisel tarihimden izler barındırıyor. İlk yazımdan 2 ay sonra askere gittim, evli ve çocuklu biri olarak askerde yaşadıklarım, sonra iş arama maceralarım, bekleyişlerim, dertlerim vs derken bir anlamda yaşadıklarımı bloga aktarmışım. Şu an ilk blogla ilgilenmesem de ara sıra eski yazılarımı bakmıyor değilim 🙂
Haziran 2014’den bugüne devam ettiğim bu yeni blogda eskisine oranla çok daha fazla kişiye ulaşmışım. Google Analytics verilerine göre 78.000 kişi / 222.000 sayfa görüntüleme verileri, benim amatör blogum için fena sayılar değil aslında. Bazı arkadaşlarım sitenin ismini değişmemi teklif ettiler, bazen düşünmüyor değilim ama yine de sanırım bu şekilde devam edeceğim. Bilim,teknoloji, iş hayatı dışında bazen çok hoşuma giden bir kısa filmi de burada paylaşabiliyorum. Aslında blog da biraz bu zaten, amatör ruhu kaybetmemek. Elimden geldiğince yazmaya devam edeceğim, bir de kitap yazma fikrim var ki, kırk yaşına merdiven dayadığım bu demlerde onu da gerçekleştirmeye çalışacağım, bakalım nasip.
Son söz niyetine; blog dünyasında 10 yılı tamamlamışım, buna seviniyorum tabii ama bir de işin öbür yanı var ki, 10 yıl da ömrümüzden azalıp gitmiş. Zaman, bir gözyaşı misali akmış yanaklarımızdan. 15. yıl dönümünü de buradan sizle paylaşmak ümidiyle…..
Eylül, eskiden yaprakların sarardığı ve sonbaharın gelişini müjdeleyen bir aydı fakat gelin görün ki, iklimsel değişimler şairlerin ayı eylülü de asri zamanlarda geri plana atmış durumda. Her ne kadar Eylül geldiğinde yerlere dökülen sarı yaprakları ayaklarımızla çiğneyişin verdiği o hazin ve müthiş sesi bu aralar duyamasak da, şairler için Eylül’ün ayrı bir yeri vardır. Eylül demek aşk demek, ayrılık demek, hüzün demek. Ve satırlara dökülen gözyaşları demek.
Eylül ayına anlam katan, aşıkların kalbine dokunan aşk ve ayrılıktan dem vuran 5 şiiri paylaşmak istiyorum:
Otağ / İlhan Berk
Sevgilim, işte eylülVe işte senin usul usul seğiren yüzün.Zaman ki sonsuzdurBitmemiş şiirler gibidir.Bazı hüzünleriBazı nehirleri tutup anlatmak gibidir.Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık(İsteğin bulanık kıyısında).Bundan değil midir bizim aşkımızdaSürekli bir akşam hüznü vardır. delta ve çocuk
Ben Eylül Sen Haziran / Ümit Yaşar Oğuzcan
Bir eylüldü başlayan içimde Ağaçlar dökmüştü yapraklarını Çimenler sararmıştı Rengi solmuştu tüm çiçeklerin Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı Katar gidiyordu kuşlar uzaklara Deli deli esiyordu rüzgar Dağılmıştı yazdan kalan ne varsa Yaşanmamış bir mevsim gibiydi baharNeydi o bir zamanlar Sevmişliğim, sevilmişliğim O heyheyler, o delişmenlikler neydi Ne bu kadere boyun eğmişliğim Ne bu acıdan korlaşan yürek Ne bu kurumuş nehir; gözyaşım Önümdeki diz boyu karanlıklar da ne Ne bu ardımdaki kül yığını; elli yaşımBeni kötü yakaladın haziran Gamlı, yıkık eylül sonuma Bir ilk yaz tazeliği getirdin Masmavi göğünle Cana can katan güneşinle Pırıl pırıl engin denizinle girdin içime Çiçekler açtı dokunduğun Çimler büyüdü yürüdüğün Ve güller katmer oldu güldüğün yerdeBaşımda senin kuşların kanat çırpıyor şimdi Oldurduğun yemişlerin ağırlığından Dallarım yere değiyor Güneşi batmadan saçlarının Bir dolunay doğuyor bakışlarından Gün boyu senden bir meltem esiyor yanan alnıma Uykusuz gecelerim seninle apaydınlık Başım dönüyor, of başım dönüyor yaşamaktan Ölebilirim artıkÖlme diyorsan; gitme kal öyleyse Sarıl sımsıkı, tenim ol, beni bırakma Baksana; parmak uçlarım ateş Lavlar fışkırıyor göz bebeklerimden Hadi gel, tut ellerimi, benimle yan Benimle meydan oku her çaresizliğe Benimle uyu, benimle uyan Birlikte varalım on üçüncü aylara
Piraye İçin Yazılmış Saat 21 Şiirleri – 23 Eylül 1945/ Nazım Hikmet Ran
O şimdi ne yapıyor şu anda şimdi, şimdi? Evde mi, sokakta mı, çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı? Kolunu kaldırmış olabilir, – hey gülüm, beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!…- O şimdi ne yapıyor, şu anda, şimdi, şimdi? Belki dizinde bir kedi yavrusu var, okşuyor. Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir, – her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren sevgili, canımın içi ayaklar!…- Ve ne düşünüyor beni mi? Yoksa ne bileyim fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi? Yahut, insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu?O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi?…
EYLÜL SONU / YAHYA KEMAL BEYATLI
Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarlarıBir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa…Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa…İçtik bu nâdir içki’yi yıllarca kanmadık…Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.
Eylül Sabahının Serinliğini / Ataol Behramoğlu
Eylül sabahının serinliğini Yaprakların serinliğini Ciğerlerime dolduruyorumSessizlik ve serinlik Birleşiyor Yıkanmış güvercinler Ve çok uzakta bir tren sesiHer zaman yeniden başlamak duygusu Doğuyor içimde Her uyanışımdaDüşmanlarımı bağışlıyorum Daha çok seviyorum dostlarımı Her uyanışımdaEylül sabahının serinliğini Yaprakların serinliğini Yüreğime dolduruyorum
Okullar Açılırken Eğitime Kısa Bir Bakış ve OECD 2014 Türkiye Eğitim Raporu
Üç aylık yaz tatili sonrası bugün 2014-2015 eğitim-öğretim sezonu açılıyor. 16 milyon 400 bin öğrenci (birçok ülke nüfusundan çok!!) ve 873 bin öğretmen yarın ders başı yapacak. “Öğrenciler olmasa bu bakanlık çok kolay yönetilirdi” diyen eski MEB bakanını bir tarafa bırakırsak gerçekten eğitimde sıkıntılarımız mevcut. Hemen her gün, çocuğu okulda olsun olmasın, kendi çapımızda eğitim sistemimizin iyi olmadığından dem vurur, sohbetler ederiz. Çocukları ilk ve ortaokulda olan bir veli olarak ben de bu gruba dahilim.
Mevcut hükümetin 12 yıl boyunca eğitimi adeta yap-boz tahtasına dönüştürdüğü aşikardır. Eğitim sisteminde yapılan değişikliklerin sonucunun 15-20 yıl sonra ortaya çıkacağı herkesçe bilinmektedir. Üniversite sınavına 20 yıl önce giren bizler, şu an sistemin nasıl olduğundan, tercih sisteminden vs bihaberiz, çünkü zaman içinde birçok şey değişti. İki yıl sonra kızımı TEOG bekliyor ama ne olduğunu bilmiyorum? Söylenecek o ki, eğitim sistemi insan üzerinde etkiler barındırdığı için bir ulaştırma veya bayındırlık bakanlığında yapılan değişiklikler gibi olmaz. Aklımda kaldığı kadarıyla, İrlanda 20 yıl önce bir eğitim reformu yapıyor. Günün ve geleceğin Avrupası’nın ihtiyaçları doğrultusunda değişime gidiyor. Ve 20 yıl boyunca asla değişiklik yapmıyorlar. Sonunda mezun olan öğrencilerin meyvesini 20 yıl sonra olumlu bir şekilde alıyorlar. Şimdi hem ülkelerinde hem de Avrupa-Amerika’da yetişmiş eğitimli elemanlarıyla öne çıkıyorlar. Benzer bir hikaye de Finlandiya’da var.
Eğitimci olmadığım için konunun detaylarına bir eğitimci kadar vakıf değilim tabii. Fakat bir veli ve vatandaş olarak etkilenmiyor da değilim. Konuyu OECD’nin en son yaptığı eğitim araştırmasına getirmek istiyorum.
OECD Türkiye Eğitim Araştırması – 9 Eylül 2014 (Education At A Glance-2014)
OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü), bu yıl 34 OECD üye ülke ve G20 ülkelerinin katılımıyla bu ülkelerde bir eğitim araştırması gerçekleştirmiş. Bu rapor üye ülkelerin eğitim standartlarını ve gelişmelerini inceliyor. Bu araştırmanın Türkiye ayağı ile ilgili öne çıkan başlıkları buraya eklemek istiyorum:
2012 yılında Türkiye’de yüksek öğretim mezunları, ortaokul ve lise mezunlarına göre %91daha fazla kazanıyor. OECD ortalaması %59. Bu fark özellikle kadınlarda ortaya çıkıyor ve bu oran yaklaşık 2 katı kadar olabiliyor.
2012’de Türkiye’de yüksek öğretim mezunlarının %76’sı istihdam edilirken bu oran OECD ülkelerinde %84. Tüm eğitim seviyelerindeki erkekler, kadınlardan daha çok istihdam ediliyor.
5-14 yaş çocukların eğitime katılımı %95. OECD ortalaması %98.
15-29 yaş aralığında olan çalışmayan ya da eğitimine devam etmeyen gençlerin oranı 2005’de %44 iken 2012 yılında bu oran %29’a gerilemiş. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en üst sırada.
Öğretmenlerin Türkiye standartlarına göre iyi fakat uluslararası standartlara göre daha az kazandığı ifade ediliyor. 15 yıllık tecrübeye sahip bir ilkokul öğretmeni, OECD ülkelerindeki aynı tecrübeye sahip meslektaşının üçte iki oranında kazanıyor.
İnternet ve teknolojinin hızla gelişmesiyle data kullanımına olan ihtiyacımız gittikçe artıyor. Akıllı telefonlarımız internet olmadan bir işe yaramayacağı için internet paketleri satın alıyoruz. Aynı zamanda evlerimizde de 3G veya ADSL kullanıyoruz. Hatta fiber olan yerlerde yüksek hızlara ulaşmak mümkün.
Evlerimizde kullanacağımız alternatiflerden biri olan Uydunet, devlete ait bir kuruluş ve beraberinde Kablo TV hizmeti de sunuyor. Her şehirde olmamakla birlikte büyük şehirlerde mevcut. Ben de bu servisi kullanıyorum ama mutlu değilim. Uydunet kullanmamak için sayabileceğim nedenler şöyle:
1- 24 Aylık taahhütlü tarife ile birlikte verilen Netmaster modemin gücü çok düşük olduğu için modemden uzak odalarda çekim hiç yok. Modemden biraz uzaklaştığımda telefon ve tablette çekim gücü düşüyor, bir sonraki odada ise hiç çekmiyor.
2- Bu problemi çözmek için müşteri hizmetleriyle görüşüp eve servisi çağırdım. Gelen kişi, bu modemlerin gücünün düşük olduğunu değiştirmenin fayda sağlamayacağını, ekstra bir güçlendirici satın almam gerektiğini söyledi!!
3- İptal etmek istediğimde 24 ay taahhüt olduğu için modem ücreti ve geri kalanlarla birlikte yüklü bir miktar ortaya çıktı. Şimdilik beklemedeyim.
4- Müşteri hizmetleri elinden bir şey gelmediğini, modemi değiştiremediklerini söylüyor!!
TTNET ve Superonline’ın olduğu bir alanda, oldukça uygun fiyat politikasıyla yer almaya çalışan Uydunet’in modem tercihinde böyle bir hata yapması ve binlerce aboneyi kaçırması neyle açıklanabilir bilmiyorum?
Scratch adı verilen proje ile 5-8 yaş arası çocuklar kendi oyun, animasyon ve hikayelerini oluşturup paylaşabiliyor.
MIT Media Lab, Tufts Universitesi ve Playful Invention Company (PICO) işbirliğiyle yapılan bu çalışmada web üzerinden ve IPAD‘lere yükleyeceğiniz uygulama ile çocuklarınız özgürce kendi kodlarını otomatik olarak oluşturabiliyor.
Önce 8-16 yaş arası için tasarlanan Scratch projesi, 5 yaşındaki çocuklardan eğitmenlere her yaştan insan tarafından kullanılıyor. 150 farklı ülkede ve 40 farklı dilde kullanılabilen bu program, özellikle 5-8 yaş arası çocukların zihinsel gelişimlerine, okuma-yazma aktivitelerini geliştirmeye yarıyor. Bu videoda detayları görebilirsiniz.
Scratch ile çocukların kodları basitçe öğrenmesi, dizayn ve problem çözme yetkinliklerini geliştirirken kendi yaptıkları hikaye-oyun-animasyonlar matematik ve dil öğrenimlerini de geliştiriyor.
Türkçe desteği de bulunan projeye web üzerinde ulaşmak için tıklayın.
Konuyla ilgili olarak birkaç şey söylemek isterim:
Ülke olarak teknolojiye çok meraklıyız, çıkan ürünleri hemen alıyor ve kullanıyoruz fakat teknoloji üretiminde maalesef geriyiz. Bu anlamda ülke politikası olarak gençlerimize bilişim açısından yatırım yapmalıyız. Okullarda dağıtılan tabletler güzel ama içindeki programları biz yazsak fena mı olur?
Aşağıdaki videoda Amerika Başkanı Obama’nın okul ve sivil toplum kuruluşları ile yaptığı bilişim toplantısı sonrası söyledikleri ve bizim yöneticilerimizin konuya bakış açısını bulabilirsiniz. Fazla yorum yapmıyorum.
Evliliğimizi cehenneme çevirmek ve sinir hastası olmayı garantilemek için yapılması gerekenler nelerdir? Nasıl hareket edelim de mutsuz bir evliliğe yelken açalım?
Tabii ki hiç kimse bunu istemez. Hepimiz mutlu bir yuva düşüncesiyle harekete geçiyor ve evleniyoruz. Farklı aile ve kültür ortamında yetişen iki yabancı insanın bir araya gelip aynı evi ve hayatı paylaşması pek de kolay değil. Büyüklerimizin bunu başardığını görürken özellikle son yıllarda artan boşanmalar, bazı şeylerin yanlış yapıldığının göstergesi.
Şimdi 9 adımda evliliğimizi nasıl cehenneme çevireceğimize bakalım:
1- Eşinizi Değiştirmeye Çalışın
Bazı beğenmediğim huyları var ama evlenince değiştiririm nasıl olsa…. demeyin sakın. İnsan, kendi istemedikçe değişmiyor, boşuna yorulmayın.
2- Birbirinize Zaman Ayırmayın
İş,arkadaş ve çocukların tüm zamanınızı almasına izin vermeyin. Sağlıklı bir ilişki için eşlerin birbirine vakit ayırarak iletişimde bulunmaları gerekiyor. (İsteyen zaman yönetimi eğitimleri alabilir)
3- Aşırı Kıskanın
Eşinizi aşırı kıskanarak hayatı ona zindan edin, seviyorsunuz nasılsa.
4- Hiç Kavga Etmeyin
Kavga gürültü istemiyorum, böyle iyi gidiyor, problem de gözükmüyor zaten!!
Oysa uzmanlar ara sıra kavga etmenin sağlıklı bir ilişki için gerekli olduğunu söylüyor.
5- Hiç bir Hobi Edinmeyin
Çiftler farklı hobiler edinerek yaşamını zenginleştirebilir. Hobilerin sağlıklı ilişkilerde önemli etkisi olduğu bir gerçek.
6-Kavga Edince Yatağınızı Ayırın
Asla yapılmaması gereken bir davranış. Kavga sonrası içinizdeki kötü duyguları sürdürmemek için yatağınızı ayırmayın.
7- Ortak Karar Almayı Asla Düşünmeyin
Ailenizi ilgilendiren konularda birlikte kararlar alın ve sonra pişman olmayın.
8- Başkalarının Yanında Eşinizi Kıyasıya Eleştirin
Asla ve asla yapılmaması gereken bir hareket. Kavga ve eleştirilerinizi mutlaka baş başa yapın ve eşinizi başkalarıyla kıyaslamayın.
9-Her şeyin Mükemmel Olmasını Bekleyin
Mükemmelliyetçi insanların hem kendilerine hem de çevrelerine zarar verdiklerini unutmayın. Hiç bir şey mükemmel değildir.
…….
Son söz niyetine;
Modernizmin bizlere dayattığı hız ve haz peşinde koşan bir hayat, beraberinde mutsuzlukları da getiriyor. Reçete çok uzakta değil, bizden bir önceki kuşak olan büyüklerimizde!!!!
Bu yıl Kadir Gecesi, 19 Mayıs 2020 Salı gecesini çarşamba gününe bağlayan geceye denk geliyor.
Kadir Gecesi Ne Yapılır?
Bu akşam kutlanılacak olan Kadir Gecesi, Ramazan ayının 27. gecesi. Yıllardır bu şekilde kabul görse de aslında Kadir Gecesi’nin Ramazan ayı içinde hangi gün olduğu bilinmiyor. Peygamberimizin(s) “Siz Kadir gecesini Ramazan’ın son on günü içerisindeki tek rakamlı gecelerde arayınız” sözü üzerine ittifakla 27. gece olduğu söylenir. Kur’an’da bu gece ile ilgili Kadir Suresi yer almaktadır:
” Hakikat, biz onu (Kur’anı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin (o büyük fazl u şerefini) sana bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Onda melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle, herbir iş için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya kadar bir selâmdır.”
Bu mübarek Kadir Gecesi’nde yapılabilecek 7 şey:
1-Kur’an-ı Kerim Kadir Gecesi indirilmeye başlandığı için Kur’an okumak. Okuyabiliyorsak orijinalinden okuyabiliriz. Sonrasında mutlaka meal ve tefsirle bunu desteklememiz gerekiyor.
2- Ayete göre “bin aydan hayırlı” olduğu için ibadetle geçirmek. “Kim Kadir Gecesi’nde inanarak, ihlas ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.” (Hadis-i Şerif)
3- Bol bol dua etmek. Müminlerin annesi Hz.Aişe (r.a.) şöyle diyor :
-Dedim ki: Ya Resullullah, Kadir Gecesi’ni bilirsem onda ne şekilde dua edeyim? Şöyle buyurdu:
– Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fü anni. (Allah’ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle.)
(Dört gecenin gündüzü de gecesi gibi faziletlidir. Allahü teâlâ, o günlerde dua edenin isteğini geri çevirmez, onları mağfiret eder ve onlar bu günlerde bol ihsana nail olurlar. Bunlar, Kadir gecesi, Arefe gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi ve günleri.) [Deylemi]
4- Her geceyi Kadir bil, her gördüğünü Hızır.
Kadir gecesinin gizlenmesi, her gecenin değerlendirilmesi gerektiğinden ileri gelmektedir. Her gördüğünü Hızır bil ise kimseye ön yargıyla yaklaşmayıp edeb üzere hareket etmemiz içindir. Bu iki olguyu Kadir gecesinden başlayarak hayatımıza geçirirsek irfan yolunda gelişmeler kaydedebiliriz.
5- Tesbih Namazı Kılmak
Her müslümanın en az ömründe bir kere kılması gerektiği söylenen nafile bir namaz. Hz. Ömer, “Ne zaman Peygamberimizi rüyada görmek istesem tesbih namazı kılarım ve görürüm” demiştir. Bu namazın nasıl kılınacağı bu adreste.
6- İnfak Etmek
Kur’an’da yer alan “infak” ifadesi, sadece sadaka vermek olarak algılanabiliyor. Oysa yardıma ihtiyacı olan kişilere maddi yardımda bulunmakla beraber derdi olanın derdini dinlemek, yolda insanları rahatsız eden şeyleri kaldırmak, bildiğini başkalarına öğretmek gibi çok geniş kapsamlı bir paylaşma düsturudur. Bu gece, insanlara faydalı olabilmek adına daha fazla neler yapabilirim sorusunu kendimize sormalı ve bu yönde hareket etmeye karar vermeliyiz.
7- Kitap Okumak
Kur’an’daki ilk emrin “oku” olmasından hareketle maddi ve manevi bilimlerle ilgili kitaplar okunmalıdır. Okumaktan maksat “Kuran oku, kainat kitabını oku ve insanı oku” olmalıdır. “Bir saatlik ilim öğrenmenin 70 yıllık nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadis-i şerifi düşünüldüğünde kitap okumanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer-9.Ayet)
Yine bir Ramazan ayındayız, ruhlarımıza şifa olur inşallah. Dünyanın ve insanlığın gidişatının pek iç açıcı olmadığı bu zaman diliminde kendimizi hesaba çekmemize ne kadar ihtiyacımız var. İnsanlar orucun sadece yemekten içmekten uzak kalmak olduğu zannına kapılıyor maalesef. Oysa dilimiz de oruç tutmalı, kulağımız, gözümüz de. En güzeli de kalbin orucudur. O’ndan başka herşeyden uzaklaşmak…, bütün mesele budur. Normal zamanlarda dünya ve içindekilerin debdebesi bizi bu düşüncelerden uzak tutmaktadır. Hiç olmazsa Ramazan ayında kalbimize yönelip herşeyden ve herkesten uzaklaşarak iç dünyamıza doğru sırlı bir yolculuğa çıksak güzel olmaz mı?
Ramazan Üzerine Düşünceler
Günlük yaşamımızda-çok farketmesek de- sivri yanlarımız, egolarımız, hırslarımız kendisini göstermekte. Ramazan ayı bu sivri yanlarımızı yontmamız için biçilmiş kaftan adeta. Zira ego‘yu besleyen en büyük etken beslenmedir. Küçük dağları ben yarattım edasıyla dolaşan nefsimiz, aç kaldığı zaman süt dökmüş kediye benzer. Yolun büyükleri bu anlamda çok güzel şeyler söylemiştir, aklıma ilk gelen Mevlana’nın şu sözüdür: Nefs bir köpeğe benzer, çok doyurursan hantallaşır, çok aç bırakırsan hırçınlaşır, en iyisi orta karardır. (Kilo verelim diye bizi 6 öğüne mahkum edenlerin kulakları çınlasın :))
Ramazan biraz da, mal mülk makam sevgisi hırsıyla yarış atı gibi koşan/koşturulan bizlerin kendine dönüp ben ne yapıyorum diye soracağı bir aydır. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir ve bizler, var olduğunu sandığımız yoklukların ömrünü sürüyoruz. Hele maddiyatın daha da öne çıktığı bu modern zamanlarda metafizik yanını ihmal etmiş bizlere adeta bir ilaçtır Ramazan.
Goethe’nin -o çok sevdiğim sözüyle- yazıyı bitirelim: ” Ey sükun, gel artık yerleş içime”…
El Kaide’den sonra şimdi de başımıza IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) çıktı. Batı dünyasında İslam=Terörist algısı bilerek körüklenirken müslümanım diyenlerin bu algıya hizmet edecek şekilde hareket etmeleri çok acıdır. Sadece batıya kızmakla yetinemeyiz, burada durup aynayı kendimize çevirmemiz gerekiyor.
İslamı seçen Yusuf İslam’ın şu sözü içimi çok acıtmıştır: “Müslüman olmadan önce Kuran’ı inceledim ve kararımı verdim. Eğer önce müslümanları inceleseydim müslüman olmazdım”. Bu söz üzerine derince düşünmeliyiz. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen bir Elçi(s)’nin ümmeti olarak neden bu hale geldik, nerede yanlış yaptık, niye kan revan görüntüleriyle eşdeğer hale gelen Ortadoğu bu halde???
Her birimizin bu algıyı oluşturmada sorumluluğu var. Amerikalı bir çocuk, medyanın kendine gösterdiğiyle İslam=terör bilgisiyle büyüyor. Batı’nın bilerek bunu körüklediğini biliyoruz fakat güzel ahlak timsali bireyler olamaz mıyız? Etrafımıza bu şekilde davranamaz mıyız? Ne oldu bize de bu hale geldik? Sanırım Kuran ve Peygamber yolundan ayrılmak ve maneviyatımızı-gönül zenginliğimizi kaybetmemiz bunlara sebep oldu.
Şimdi tv-gazete ve internette, IŞİD militanlarının araba içinden etrafa ateş açıp muhalifleri öldürme videoları var, esir olarak aldıkları 1500 kişiyi kamyonlarla taşıyıp topluca öldürme görüntüleri var. Sen nasıl müslümansın, hiç mi Peygamberinin hayatını bilmiyorsun, savaşta esirlere karşı nasıl hareket ettiğini bilmiyor musun? Şii diye müslüman kardeşinin kanını döküyorsun. Hala akıllanmayacak mısınız? Kardeş kavgası sonucu yine Amerika-İngiltere gelecek ve senin elindeki petrolü alacak. Kime hizmet ediyorsun? Bu yaptıklarınla islam=terör algısına hizmet ediyorsun, öbür dünyada Rabbine bunun hesabını nasıl vereceksin?
Son söz niyetine; Kuran’da birçok yerde “aklınızı kullanmayacak mısınız?” uyarısı var. Bu ikazı hafife alan bizlere bunlar müstehaktır….
Bugün Babalar Günü. Normalde bu tip günlerin alışverişi canlandırma odaklı olduğunu bildiğim halde yine de yılda bir gün hatırlamak ve hatırlanmak güzel birşey diye düşünürüm. Dün, Soma’daki çocukların karnelerini babalarının mezarlarına götürüşü yeraldı medyada. Hepimiz üzüldük,kahrolduk ama hiçkimse o çocukların yaşadıklarını tam olarak bilemeyecek. Küçükken babasını kaybedenler müstesna, ancak onlar anlayabilir bu çocukları. Biz üzüleceğiz sadece, çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor ve en kolay çekilen acı, başkasının acısıymış.…
Bu Babalar Günü, o çocuklar gibi benim için de en acı babalar günü oldu. Zira 28 Mayıs tarihinde babamı kaybettim. Aradan 15 gün geçti ama hala işin farkında değilim sanırım. Sanki babam hala Trabzon’da ve ben oraya gidince O’nu göreceğim. Taziyeye gelenler, sonradan anlayacaksın diyor. Belki de Trabzon’a gidince ayrılık acısı daha da belirgin olacak.
Babamı -elimizden geldiğince- güzel bir şekilde uğurladık, bu konuda içim rahat. İnşallah öbür dünyası da iyi olur, sadece eskilerin firak dediği ayrılık acısı içimi acıtıyor. Ölünceye kadar bir daha O’nu göremeyeceğim. Belki rüyalarda karşılaşırız ama o da bizim isteğimizle olmuyor. Peygamber Efendimiz(s); “Lezzetleri bozan ölümü çokca hatırlayınız” buyuruyor. Gerçekten de bir anda dünyanın bize sunduğu lezzetler acıya dönüşüyor. Doğdumuza inandık, öleceğimize de inanıyoruz, bunda bir sıkıntı yok, bizi ayakta tutan inancımız ve dualarımız. Şairin dediği gibi:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”
Bizler perde ötesini göremediğimiz için şaşırıyoruz, oysa asıl hayat o zaman başlıyor. Ölüm aslında müthiş bir ibret bizler için ama şu dünyanın debdebesi, bizi gerçeği görmekten alıkoyuyor. Şu hayat, çıkılan uzun bir yolculukta verilen kısa bir mola gibi fakat bizler tüm enerjimizi molaya veriyor ve aslolan yolculuğu-sonsuz hayatı ıskalıyoruz.
Rabbim babama ve tüm geçmişlerimize rahmet etsin. Herkesin babalar günü kutlu olsun.