Kısa Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kısa Öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2018 Salı

Olabilir de Olmayabilir de

Masal bu ya: Olabilir de Olmayabilir de….

Bir zamanlar yaşlı ve bilge bir adamın yaşadığı bir köy varmış. Köylüler ne zaman bir konuda çıkmaza girseler, kaygıya kapılsalar, bu adamın yanına koşar ve onun açıklamalarıyla tatmin olurlarmış.

Bir gün köyün çiftçilerinden biri, büyük bir telaş içinde bilge adama gelmiş.

“Bilge adam, bana yardım et. Korkunç bir şey oldu. Öküzüm öldü, tarlamı sürecek başka hayvanım yok! Söyle bana, bundan daha kötü bir şey olabilir mi?

Bilge adam cevap vermiş:

Olabilir de, olmayabilir de“.



Adam bir koşu köye dönmüş ve komşularına bilge adamın aklını kaçırdığını söylemiş. Tabii ki, başına gelenden daha kötü bir şey olamazmış. Bilge adam bunu nasıl göremiyor diye düşünmüş…

Ne ki, ertesi gün çiftçi, çiftliğin yakınlarında başıboş gezen genç ve güçlü bir at görmüş. Adamın artık bel bağlayacağı öküzü olmadığı için aklına bu atı yakalayıp ölen hayvanının yerine kullanmak gelmiş.. ve atı yakalamış. Ne sevinmiş! O güne kadar tarla sürmek hiç bu kadar kolay ve keyifli olmamış. Yanıldığını söyleyip özür dilemek için bilge adama gitmiş.

“Haklıymışsın bilge adam. Öküzümü yitirmek, olabilecek en kötü şey değilmiş. Tersine Allah’ın bir nimetiymiş. Eğer başıma bu gelmeseydi yeni atımı yakalamazdım. Sen de kabul edersin ki, bu da olabilecek en güzel şey”.

Bilge adam bir kez daha “Olabilir de, olmayabilir de” demiş.

“Eyvah” diye düşünmüş çiftçi. “Bu adam gerçekten keçileri kaçırmış”…

Oysa, çiftçi yine olacaklardan habersizmiş. Birkaç gün sonra oğlu ata binerken düşmüş. Bacağı kırıldığı için artık tarlada babasına yardım edemeyecek duruma gelmiş. Açlıktan öleceğiz diye hayıflanmış ve bir kez daha bilge adamın yolunu tutmuş. Bu kez ona, “Atı bulmamın olabilecek en güzel şey olmadığını nasıl bildin?” diye sormuş. “Bir kez daha haklı çıktın, oğlum sakatlandı ve tarlada ban yardım edemez hale geldi. Bu kez artık bundan daha kötü bir şey olamayacağına eminim. Herhalde sen de kabul edersin”. Ne var ki, bilge adam yine sakin bir ifadeyle çiftçinin yüzüne bakmış ve onun üzüntüsünü paylaşan bir sesle:

Olabilir de, olmayabilir de” demiş. Bilge adamın bu denli cahil oluşuna öfkelenen çiftçi hışımla tekrar köyüne dönmüş.

Ertesi gün köye askerler gelmiş ve yeni patlayan savaş için ne kadar eli ayağı tutan erkek varsa götürmüşler. Köyde bıraktıkları tek genç adam, çiftçinin oğluymuş. Böylece orduya alınanlar büyük ihtimalle ölecekken, oğlanın hayatı kurtulmuş……



Başımıza gelen hiç bir şey hakkında yorum yapmakta acele etmemek lazım. Olur ki, bizim için hayırlıdır ama biz bilemeyiz, göremeyiz. Bazen akışına bırakmak gerek hayatı, ve olacakları izlemek lazım. Herşeyde bir hayır vardır der eskilerimiz, hatta en sevdiğim sözlerden biri de şudur: “Olanda hayır vardır“.

16 Ocak 2018 Salı

Bir Pazar Sabahı 2045'ten Gelenler

Kızım Zeynep'in kısa öyküsü: Bir Pazar Sabahı 2045’ten Gelenler..

Bir Pazar Sabahı

Sakin bir Pazar sabahıydı. Ailece kahvaltımızı yapmıştık. Ardından rutin işlere koyulmuştuk. Ben kedimiz Lucy’i beslerken ikizim Doruk bahçe işlerini yapıyordu. Tam Lucy’yi yıkamak için banyoya çıkarken kapı çaldı. Gelenin annem ve babam olduğunu düşünerek koşarak kapıya gittim. İkisi alışveriş için dışarı çıkmıştı fakat bu kadar erken gelmelerini beklemiyordum. Böyle düşünerek kapıyı açtım, gördüğüm manzara karşısında neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Önümde ikizim Doruk’un aynısı diyebileceğim bizim yaşlarımızda bir çocuk duruyordu. Ayrıca yanında ufak, oval, zümrüt yeşili renginde, yıldız şeklinde kırmızı gözlere sahip uçan robotumsu bir şey vardı. Ve çocuğa doğru dönüp: “sonunda bulabildik”, dedi.

Gözlerime inanamıyordum. Birkaç kez gözümü kapatıp açtım. Değişen tek şey, çocuğun endişeli yüz ifadesinin gülümsemeye dönmesi ve derin bir oh çekerek bana “hala” demesiydi. Hala mı diye yarı şaşkın yarı sinirli halde sordum. Herhalde benle dalga geçiyordu. Daha 16 yaşındaydım, ne halası? Ayrıca yanındaki o şey de neydi? Korkmalı mıydım? Neden Doruk’a gelmesi için bağırmıyordum? Aklımda bunlar gibi deli sorularla baş başa kalmıştım.

Tabii bu şaşkınlık halim, siz deyin on, ben diyim yirmi saniye sürdü. Ardından kendime gelip, “sen kimsin yaa, ne halası? Ve yanında robotumsu uçan şey de ne?” diye biraz sesimi yükseltip sordum. Karşımdaki çocuk, elini alnına vurup “aa çok pardon, ben kendimi tanıtamadım şaşkınlıktan” dedi yarı utangaç tavırla. Birden arkamda Doruk beliriverdi ve “bismillah” dedi. Arkama döndüğümde şaşkınlıktan açılmış iki göz ve yarı çatılmış kaşlar gördüm. Doruk, “bu-bu-bunlar kim Güneş? Ve bu çocuk neden bana bu kadar çok benziyor?” dedi hala kendine gelememiş bir halde. “Ben de bilmiyorum Doruk, bu arkadaş bana hala dedi, inanabiliyor musun?” dedim.


Robotumsu şey-(Wall E – Eve taslak)

Konuşmamızı bitirir bitirmez çocuk, “sizleri korkuttuğumun fazlasıyla farkındayım, ancak pek zamanımız yok ve size neler olup bittiğini burada anlatamam, evin içi sanırım daha güvenli” dedi. Doruk’la aynı anda birbirimize baktık, ne yapmamız gerektiğine dair en ufak bir fikrimiz bile yoktu. “Size neden güvenelim?” diye sordum, robotumsu şey “bana inanman için küçükken ikizinle tek başınıza asansörde kaldığınızı, asansörün düştüğünü ve uzun süre kurtarılmayı beklediğinizden dolayı dar ve karanlık yerlerde duramadığınızı ve bu yüzden de klostrofobin olduğunu söylesem” dedi. Şaşkınlığım kırk kat daha artmıştı ve korkmaya da başlamıştım. Çünkü bu yaşadıklarımızı ve fobimi, en yakın arkadaşım ve ailemiz dışında kimse bilmiyordu. Doruk’la birbirimize baktık, aynı anda içeri geçmeleri için kenara çekildik.

2045’ten Gelenler

Salona geçer geçmez çocuk söze başladı:

-Öncelikle ben Uzay ve gelecekten, 2045’ten geliyorum. Her ne kadar inanmayacak gibi baksanız da doğruyu söylüyorum. Ve ben, Doruk’un oğluyum!! Bu yüzden size hala dedim.

Doruk’la aynı anda “hadi canım” dedik. Doruk;

-Biz de yedik zaten, derdiniz ne kardeşim?

diyerek bir hışımla sordu. Çocuk;

-Babam, yani sen, böyle yapabileceğinizi tahmin ettiğinden bir video çekti, eğer inanmazlarsa izlet diye.

Sonra robotumsu şeye dönüp:

Joe, videoyu izletir misin? dedi. Böylece bu garip şeyin adının da Joe olduğunu öğrendik.

Ve bir anda Joe’nun gözlerinden ışıklar çıktı, yaklaşık bir metre önünde hologram bir adamın konuşmaya başladığına şahit olduk. Bu bir video kaydıydı ve gerçekten de adam, Doruk’un 27 yıl sonraki hali olabilirdi. Tabii saçları biraz beyazlamış ve yüzünden kırk yaşında olduğu rahatça anlaşılıyordu. Adam yani Doruk:

-Merhaba küçük ben ve ikizim Güneş. Çok şaşırdığınızı, hiçbir şeye anlam veremediğinizi, 27 yıl içinde bu kadar şeyin nasıl olduğunu ve özellikle Doruk’un yani benim evlenip 18 yaşında bir oğlu olduğuna akıl erdiremiyorsunuzdur. Haklısınız da, ama anlatacaklarıma inanıp oğluma ve Joe’ye güvenmeniz gerekiyor. Yoksa gerçekten kötü şeyler olacak, inanın bana. Biliyor musun küçük Doruk? Ben ikiz sözümü, bu zamana kadar hep tuttum. Ancak şu anda sana, size ihtiyacım var. Detayları Uzay anlatacaktır.

Yavaş yavaş bu olanlara inanmaya başlamıştım, ve daha da korkmaya. Çünkü Joe, kimsenin bilmediği fobimi bilmiş ve kendisinin gelecekteki Doruk olduğunu söyleyen adamsa sadece Doruk ve benim aramda olan küçükken verdiğimiz “her daim birbirimizi koruma ve yanında olma” ikiz sözümüzü biliyordu. Doruk’la aynı anda “ikiz sözümüzü biliyor” dedik ve yutkunduk. Uzay;

-İnanmaya başladığınızı bakışlarınızdan anlayabiliyorum, bu yüzden hemen size olanları anlatmaya başlayacağım:

Başka Gezegenler

On yıl önce dünya dışındaki canlılarla iletişime geçmeyi başardık. Uzaylılar diye adlandırdığımız canlılar dünyamızı ziyarete geldi. Vücutları genel olarak normal insan vücudunu andırıyordu. Elleri ve ayaklarının sekiz parmaklı olması, üç tane gözlerinin olup burunlarının küçük, ağızlarının büyük olması gibi özellikleriyle insanlardan ayrılıyordu. Ha bir de, toz pembe renginde ten renkleri vardı. Kendi türlerine “Kropolos” diyorlardı. Kropolos’ların icat ettikleri bir alet sayesinde anlaşabiliyorduk. Buraya geldiğimiz zaman makinesi de onlara ait. Anlayacağınız teknolojileri bayağı ileri ve bizler dışında iletişime geçtikleri bir sürü gezegen var. Bu gezegenlerden dost oldukları da vardı, düşman oldukları da. Düşmanlarından “Aktülorlar”, Kropolos’ların yarı dost yarı düşman oldukları “Gühersalar” ile ilgili olan çok önemli bir belgeyi çalıp geçmişe yani bu yıla getirip dünyadaki bir apartman içine saklamışlar. Bu bilgiyi Aktülorlar’ın ajanını yakalayıp öğrendik.

Aktülorlar belgeyi çaldıktan sonra zaten Kropoloslar’ın yarı düşman olduğu Gühersalar’ı iyice kışkırtmışlar ve istediklerini başarmışlardı. Şu an Kropoloslar ve Gühersalar savaş eşiğinde, Kropoloslar’la dost olduğumuzdan bize de savaş açmış oldular. O belgeyi bulup Gühersalar’a vermezsek resmen savaş çıkmış olacak. Dünyada şu an olağanüstü diyebileceğimiz karmaşık bir durum var ve çok gizli bir şekilde bu geçmişe gelme olayı yürütülüyor.

Şaşkınlıktan gerçekten ağzım açık kalmıştı. Ne diyeceğimi ne düşüneceğimi bilmiyordum. Doruk da öyleydi. Yüzünden belliydi. Tekrar başlamıştı ne yapacağını bilememe durgunluğu. Ama Doruk erkenden toparlandı ve “gerçekten berbat bir durum bu, kırk yıl düşünsem dünyanın başına böyle bir şey gelebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Kahretsin! Peki şimdi ne yapacağız ve bizden ne istiyorsun gelecekteki oğlum?”

– Sizden bana yardım etmenizi istiyorum. Aktülorların ajanından öğrendiğimize göre burada Ankara’daki bir apartman dairesine saklamışlar belgeyi. Joe’ya dönüp: “Joe, ajanın hafızasındakileri gösterir misin?” diye sordu.

“Hafızasındakiler mi? Vayy be, teknoloji o kadar ilerledi mi? Diye sordum hayretle. Sonra işin ciddiyetinin farkına varıp: “ee şey, yani bayağı işe yarar bu hafızasındakileri bilme işi” dedim başımı kaşır gibi yaparak. Uzay gülmemek için kendini zor tutarak:

-Hiç değişmedin biliyor musun hala? Mimiklerin, başını kaşır gibi yapışın bile aynı. Ve kendimden küçük birine hala demek o kadar garibime gidiyor ki, ciddi kalamıyorum” dedi sırıtarak.

Komik miydi bakışı atarak:

-Valla kendimden iki yaş büyük birinin de bana hala demesi o kadar tuhafıma gidiyor ki, bir de kıs kıs gülünce ayrı bir sinirimi bozuyor. Şu işi bitirene kadar bana Güneş de lütfen.  Dedim gözlerimi büyüterek.

Araya Doruk girdi:

-Güneş, gelecekteki çocuğum ne yapacağımızı anlatsa da hayırlısıyla halletsek şu işi, zaman kaybetmemeliyiz. Belki de ölmek üzereyizdir gelecekte.

Gözümü devirip “Uzay neyse hemen anlat sen” dedim.

Uzay Joe’ya tamam der gibi kafa salladı ve Joe’nun gözlerinden görüntüler çıktı. Görüntülerde apartmanın resmi, sitenin dıştan görünüşü, daire ve belgeyi nereye sakladıkları gözüküyordu. İzledikten sonra:

-Olamaz yaaa, burası Bilge’nin evi. Dedim göz devirerek. Doruk da kusma taklidi yaptı Bilge deyince. Uzay:

– Gelecekteki sizde görünce böyle tepkiler verdiğinizden Bilge’nin kavgalı olduğunuz kız olduğunu biliyorum Güneş. Doruk:

– Bizden Bilge’nin evine girmemiz için yardım istiyorsun di mi? O aşırı ileri gerizekalı ! kızın evine, dedi isyan eder birşekilde.

Uzay:

-Tam onikiden vurdun, o dosyayı oradan almamız şart. Siz olmazsanız burada ne yapacağımızı, oraya nasıl gideceğimizi bilemeyiz. Lütfen yardım edin.

Doruk’la birbirimize baktık. Dünyanın sonu resmen bizim elimizdeydi. Uzay; “ yardım edecek misiniz?” diye sordu yarı endişeli bir şekilde. Ayağa kalktım ve “üzerimizi değişelim, on dakikaya evden çıkıyoruz, Bilgeler’in evi çok uzakta değil, hadi halledelim şu işi” dedim. Uzay, bir rahatlamayla kendini koltuğa yasladı, “tamamdır, teşekkür ederim” dedi.

Hazırlanıp aşağı indiğimizde gözüme Joe çarptı. “Yalnız, Joe’yu sokakta öyle gezdiremeyiz, insanların merakı yüzünden sokakta doğru düzgün yürüyemeyiz bile”.  Biraz düşünüp “ çantama girer mi ki” diye soruverdim. Joe:

-Benlik bir problem yok Güneş, nasıl istersen. Ama oraya gidince beni çıkartmayı unutmayın!

dedi. Gülümseyip:

-Sen ne tatlı bir robotsun ya Joe, unutur muyuz seni hiç, meraklanma, hadi hemen çantaya gir de çıkalım.

Takside Doruk annemle konuşuyorken birden Uzay’ın bileğindeki şey ötmeye başladı. “Napıyorsun, sustursana şu aleti!” dedim. Uzay, birkaç yerine bastı ve çantamla bileğini kapatarak bileklikten çıkan yazıları okudu. Okuyunca yüz ifadesi birden değişti. Ekranı kapattı ve bana döndü (yüzü UFO gören masum köylü gibiydiJ): “Aktülorlar geçmişe geldiğimizden şüpheleniyorlarmış ve her an kontrol amaçlı gelebilirlermiş. Dünyadakiler onları oyalıyorlarmış” dedi fısıltıyla ve yutkundu.

“Nee!” dedim biraz bağırarak. Doruk telefonu kapatıp “noluyor yaa” dedi anlamayarak. “Bir bu eksikti” diye söylendim ve Uzay olanları babasına da anlattı. Doruk söylenirken taksiden inmiştik.

Bilge’nin Evinde

Şimdi, Bilge’nin evine nasıl gireceğimizi kara kara düşünüyorduk. Yirmi katlı, kırmızı grili bir apartmanın on sekizinci katında oturuyordu. Binanın yanındaki banklarda oturup düşünürken Bilgeler apartmandan çıktılar. Doruk’la Uzay’ı susturup sessizce gözlerimle onları işaret ederek “gidiyorlar” dedim. Bilge ailesiyle tartışıyordu. Annesiyle babası olmaz dedikçe O sinirden kıpkırmızı oluyordu. Bu görüntü her türden hoşuma gitmişti. Rahatça evlerine girebilecektik ve Bilge’nin yüzünü böyle görmek içimin yağlarını eritmişti. Durum böyle olunca bizi görmeden arabalarına bindiler ve siteden çıkmalarını bekleyene kadar binaya girmedik.

Şansımıza binaya taşınanlar olduğundan binanın kapıları açıktı. Uzay her salise bir yerlere ya da insanlara bakıp “ne ilginç” diye söyleniyordu. En sonunda “Uzay sussana artık, millete bön bön de bakma, dikkat çekiyorsun!” dedim. Bilgelerin dairelerinin önüne geldiğimizde ben Joe’yu çantamdan çıkarırken Uzay, elindeki bir aletle kapıyı açtı ve içeri girdik. İz olmasın diye elimize eldiven (Uzay’ın ısrarıyla), ayağımıza da galoş giydik. Uzay:

“Ajanın hafızasındakilere göre banyodaki karoların içine saklamışlar belgeyi”.  Doruk;

-“Karonun içine mi? Valla hehal olsun, nasıl becermişler?” dedi. Ben de “pes doğrusu” diye ekledim. Joe gözleriyle yeri taradı ve bir karo parçasını havaya kaldırdı, Uzay da altındaki belgeleri alıp kontrol etti. Ben Joe’nun yaptıklarına şaşırırken Doruk “vay bee” dedi. Der demez Uzay’ın gülen yüzü düştü. Kaşlarını çattı ve parmağını dudağına götürüp “şşşhh” dedi. Sanırım bir şey duymuştu. Belgeleri çantasına koydu ve içinden tabanca gibi bir şey çıkardı. Ardından banyodan çıkıp salona doğru yürümeye başladı. Joe da karo parçasını yerleştirip peşinden gitti ve bize “burada kalın” dedi. Tabii böyle deyince daha da meraklandık. Ve ben tuvalet spreyini Doruk da sıvı sabunu eline alıp odaları gezmeye başladık. Yatak odasında bir şey yoktu, Doruk’un baktığı odaya giderken mutfağa giden Joe ve Uzay’ın arkasında üç bacaklı kızıl tenli yürüyen şeyler gördüm. Kesin Aktülorlar’dı.

Korkunç gözüküyorlardı. Bağırmamak için kendimi zor tuttum ve benşmle birlikte onları gören Doruk’un ağzını kapattım. Ardından kolundan çekeledim ve mutfağa dorğu yürümeye başladık. Uzay o yaratıklarla konuşuyor, belgenin kendisinde olmadığını söylüyordu. Yaratıklar tükürür gibi birşeyler söylemeye çalışıyordu ancak zerre anlamıyorduk. Spreyi bırakıp cam süs eşyasını elime aldım. Diğerini de Doruk aldı. Birbirimize baktık ve aynı anda kafalarına vurduk. Korkudan yüreğim ağzımda atıyor gibiydi. Ama yapmıştık bir kere.

Yaratıklar sersemleyip arkalarını döndüler, biri yine tükürür gibi olan konuşmasını yaptı ve tam üzerimize atlayacaklarken Uzay tabancaya benzeyen şeyle onları vurdu, yere yığıldılar. Ardından küçücük oldular. Karınca boyutundalardı. Kalbim hala deli gibi atıyordu. Doruk “ onlar neydi be” dedi gözlerini büyüterek. Uzay’la aynı anda “Aktülorlar” dedik. Uzay hafifçe tebessüm etti ve “hayatımı kurtardınız, size ne kadar teşekkür etsem az” dedi. Sonra cam kavanoz gibi ufak bir şeye karınca boyutundaki Aktülorları koydu. “ohh be, ucuz kurtulduk, hem önemli değil, sen de bizimkini kurtarmış oldun, yoksa ayvayı yemiştik” dedim. Ardından biraz arkaya giderek etrafa bakındım ve olduğum yerde kalakaldım.

Bilge’nin abisi elindeki poşeti yere düşürmüş, çatık kaşlarla bize bakıyordu.İçimden milyonlarca kez “yandık” diyordum. Ya Rabbim, nasıl bir gündü bu? Tekvando bilmeme şükrederek öne savruldum ve abisini bayıltabilecek hareketi doğru yapmaya dua ettim.

Bilge’nin abisini bayıltabilmiştim. Evet , başarmıştım. Ancak sonrasında ne yapacağımıza dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Bugün nöronlarım izne çıkmış olmalıydı. Benimle aynı fikirde olan Doruk:

-“Valla helal olsun Güneş, bayılttın 1.90 çocuğu ancak sonrasını hiç düşündün mü güzel kardeşim?” dedi.

Tam ağzımı açmış bir şeyler söyleyecektim ki Joe aramıza girdi: “hiç önemi yok, hatıralarından deminki anıyı silebilirim” dedi. “Kahramanımsın Joe” deyip gülümsedim, gittikçe Joe’ya kanım ısınıyordu. Bilge’nin abisini odasına götürdük, Joe hafızasındaki o anıyı sildi. Sonra da kırılan süs eşyalarını eski haline getirdi. Ben ve Doruk, hayretle Joe’nun yaptıklarını izliyorduk. Çok vakit kaybetmeden eve geri döndük.

Bugün Allah’tan annemler arkadaşlarıyla buluşacaktı, ev boştu. Kendimizi koltuklara attık ve derin bir oh çektik. Ne gündü ama! Hala aklım almıyordu. Uzay ayaklanmaya başlayınca gitme vakitlerinin geldiğini anladım. Onları çok tanımamama rağmen gitmelerini bir yanım hiç istemiyordu. Kan çekmişti sanırım. Joe’ya da ayrı bir ısınmıştım. Hepimiz ayağa kalktık, ayrılık vakti gelmişti. Biraz durduk birbirimize baktık, ardından Uzay’a sarıldık ve Uzay kulağıma “ çok iyi bir hala olacaksın, biliyor musun?” diye fısıldadı. “Tahmin edebiliyorum, yani sonuçta ben hala oluyorum” canım dedim şakaya vurarak.

Ayrılık Vakti

Doruk’la Uzay sarıldıktan sonra Doruk: “Allahım, kendimden büyük oğluma sarılıyorum, şaka gibi” dedi ve kahkalarla güldük. Uzay: “ha bu arada söylemeyi unutuyordum, gelecekteki sizlerin size selamı var, ve gelecekteki Güneş’in en son söylememi istediği bir şey var”.

“Neymiş” dedim merakla.

“Joe, senin robotun Güneş, gelecekteki sen onyedi yaşındaki halinin kendi tasarladığı robotu sevip sevmeyeceğini merak etti de, benden tavırlarını izlememi istedi”.

“Gerçekten mi? Joe’yu ben mi tasarladım? Ne güzel tasarlamışım, baksana”  dedim ve Joe dahil herkes güldü. Ardından ekledim:

“Sevmez miyim Joe’yu yaa, çok şeker bir robot” dedim yanına gidip. Ufak bir gülmenin ardından Doruk benim yerime davranıp “aa durun gitmeden önce fotoğraf çekilelim” dedi. Selfie çektikten sonra bize zaman makinesini gösterdiler. Yusyuvarlak lacivert bir makineydi. Bahçede görünmezlik özelliği sayesinde şeffaf bir renkte onları bekliyordu. Daha sonra makineye bindiler ve bir anda gözden kayboldular.

Gerçekten bugün olanları aklım almıyordu. Klasik bir Pazar günü olarak başladığımız günü, bir bilim kurgu filmi şeklinde bitirdik. Şaka gibiydi. Hayatımda asla unutamayacağım bir gündü.

Bir süre daha Doruk’la bugün hakkında konuştuk ve çikolatalı sütlerimizi yudumladık. Film izlerken kurtardığımız dünyayı düşünüp ikimiz de uyuya kaldık. Hayatımın en huzurlu uykuya dalışıydı…..

27 Şubat 2017 Pazartesi

Siz, Sizken Güzelsiniz

Kızım Zeynep’in empati ile ilgili kısa hikayesi.. Bu sayfalara ilk kez konuk oluyor. Her ne kadar bu hikayesini doğaçlama ve hızlı yazdığını ve beğenmediğini söylese de sonrası gelecek galiba.. Ama ben beğendim ve devamının geleceğini biliyorum. Ben O’nun yaşında böyle yazamıyordum, demek ki beni geçecek ve daha iyi olacak 🙂



Her sabahki rutinim gibi gene alarm zoruyla gözlerimi az da olsa açmayı başarmıştım. Fakat bu sabah kendimi çok farklı hissediyordum. Ne bileyim sanki başka bir bedendeydim. Gece üçte yatmanın sersemliğidir diye düşünüp gözüm yarı açık yarı kapalı bir şekilde lavabonun yolunu tuttum. Yüzümü acilen yıkamam gerektiğinin farkındaydım. Işığı açıp aynanın karşısına geçtiğimde hiç yaşamadığım, yaşayamayacağım bir şok geçirdim. Dedim, tamam anlaşıldı, delirdim, en yakın deliler hastanesi ne taraftaydı acaba? Yüzümü soğuk suyla yıkadım, yıkadım. Gözümü en az elli kez açtım kapadım, ı-ıh. Hiç bir faydası yoktu. Çıldıracaktım. Karşımda gördüğüm yüz, beden benim yüzüm ve bedenim değildi: ABLAMINDI.

Şu an ne yapacağımı, ne düşüneceğimi hiç ama hiç bilemiyordum. Kendimi Everest’e parmak arası terlikle tırmanıyor gibi hissediyordum. Durum o kadar vahimdi. Aklıma en yakın arkadaşım Ceyda gelmişti. Evet, evet o bana akıl verebilirdi. Sonuçta o benim zor zamanlarım için ikinci beynimdi. Hemen Ceyda’ya ulaşmak için telefonumu aramaya koyuldum. Yalnız, telefonu bulduğumda jetonlar tek tek düşmeye başlamıştı bende. Ben tamamen ablam olmuştum. Her şeyiyle…Sadece zihnim farklıydı ve bunu biliyordum. Telefona (ablamın) gelen mesajla irkildim. Mesaj okul müdüründen idi. Cuma günü olacak veli toplantısını bildiriyordu. Birkaç saniye mesajla bakıştıktan sonra acı gerçek yüzüme yapışıverdi. Ablam Türkçe Öğretmeni idi. Ve O’nun yerinde ben olduğum için okula “BEN” gidecektim. Şaka gibi.. Ben okuldan kurtuluyorum derken bu neydi? Ben böyle söylenirken gözüm saate takıldı ve dersin başlamasına yaklaşık yarım saatin kaldığını görünce, şarjın %1 olduğunda prize takmak için verilen o hızlı mücadele gibi alelacele hazırlanıp evden çıktım.

Okula vardığımda arabadan beri söylendiğimden çenem ağrımıştı. Aslında ne kadar öğretmenliğin ö’süne dair hiçbir şey bilmesem de eğlenceli olabilirdi ya. Valla böyle mini mini falan. Ama ablam 8. sınıflara giriyordu. Hiç de mini değiller yani. Ayrıca 8 demişken aklıma TEOG geldi ve düşüncesi bile beni yordu. Ah anılar…Neyse ben böyle konuşurken sınıfa girmiştim bile. Benim girmemle herkes susup ayağa kalktı. Hımm..Güzel, sevdim, aferin ben girdim yani, tabi kalkın canım. İçim bunları derken dışım ise “Teşekkürler kalktığınız için, oturabilirsiniz” demişti. Sonra hiç bir şey bilmediğim aklıma gelince, öndeki tam öğretmenlerin istediği, tüm kitapları sırada hazır ve her an size 51. Bölge’ye kadar açıklamada bulunabilecek inek tipindeki kıza “en son nerede kalmıştık canım?” diye sordum. “Canım”ı da ihmal etmedim, belirtmek isterim. Bana “en son tekrar edecektik fiilimsileri öğretmenim” dedi. Oh iyi, benim bildiğim yerden gelmişti. Fiilimsileri olabildiğince en iyi dille anlatırken çok da güzel gidiyordu, arkadaki dolap kenarında olan erkek ikiliden acayip fısıldaşmalar gülüşmeler geliyordu. Bir kez uyarmıştım. Eveet, bu iki oldu. Sinirlerim gerilmeye başlıyordu. Her şeyim bitti, hiç bir sıkıntım yok, bir de bu iki haylazla uğraşacaktım, oldu, başka? “Beyler” diye araya girdim, bir anda susuverdiler. “Öğretmen power adına” diye içimden geçirdim. Ablam bağırmıyor muydu bunlara? “Bu iki oldu, ayrıca bir daha görürsem yazıştığınız kağıdı kulağınıza sokarım, ona göre” deyip çok masum güldüm. Gıkları çıkmadı. İşte şimdi eğlenceli olmaya başladı bu iş. Yaşasın kötülük. Biraz daha anlattıktan sonra son 20 dk kala defter doldurma bahanesiyle azıcık oturdum. Topuklu ayakkabılarla olmuyor böyle. Tam karalamam bittiğinde ise o konuşanların öndeki ikiliyi de aralarına alıp yine konuşmaya başladıklarını gördüm. Tam bir şey demeye hazırlanırken inek kız “hocam ödevlere bakmadınız” dedi. Aha, şimdi yaktım çıralarını. Çünkü herkes kıza saldıracak gibi bakıyordu. Açıkçası bakışlarından ben bile korktum. En arkadaki haylazlardan başladım. İnat değil mi? O ikili ödevlerinin hiç birini yapmamıştı ve utanmayıp gülüyorlardı üstelik. E ben de duru muyum? Önce aklıma dövsem bunları acaba nolur diye değişik fikirler geçti ama yok benim başım belaya girerdi, yani ablamın. “Dışarı” diye çığırdım. Hiç beklemiyorlardı, alaca geyik gibi bön bön bakıyorlardı. “Yaa gördünüz mü” demek geçse de içimden demedim tabii. “Sizi ben kaç kere uyardım, acaba beni duyabiliyor musunuz? Aaa hala bakıyor çıksana çocuğum diye tekrardan böğürdüm. Ben böğürünce çıktılar ama 5 dk sonra dayanamayıp içeri aldım. Herhalde böyle oluyordu. Sinirleniyorsun ama kızamıyorsun da. Neyse onca vukuattan sonra sıra ödev vermeye geldi. Ve kendi okul yıllarımı hatırladım. Bir kaç hoca dışında kimse bizi düşünmezdi, sanki sadece O bize ödev veriyormuş gibi yığardı ödevleri. O zaman kötü olurdum,  yetiştiremez sinirlerim gerilirdi bir insan bu kadar ödev verebilir mi diye. O yüzden azcık bir şeyler verdim. Sonuçta empati yapmak gerekliydi, temel esastı hatta. Keşke bazı hocalar da öğrencileriyle empati kurabilse. Su içmek, tuvalet ihtiyacı vs.

Ben bunları düşünürken nasıl olduğunu anlayamadan bir yerden düşüverdim. Hayır, merdiven falan değil yataktan. Evet bildiğimiz yatak. Hepsi bir rüyadan ibaretmiş. Rüyamda esinlendiğim şeyse bilim kurgu. İzlerken uyuya kalmışım da. Nasıl bir hayal gücüne sahipsem artık. Yani film uzay hakkındaydı, ben ne gördüm. Neyse zaten iyi ki ablam olmadım. Allah yazdıysa bozsun. Ben halimden memnunum.

Rüyamdan çıkardıklarımın bir kısmı;

Aslında öğretmenlik çok önemli ve güzel bir meslek. Keşke herkes bunu anlayabilip dikkat etse. Bir de insan kendi iken güzel. Başkalarının yerinde olmaya hiç gerek yok.  Siz, sizken güzelsiniz.


5 Eylül 2016 Pazartesi

Google Earth

Kısa Hikaye – Google Earth

Gamze’yle evde boş insanlık uyguluyoduk. Google Earth’e sardık. Evimizi yurdumuzu bulup mal mal şenleniyoruz. Bu kendi dükkanını buldu, tabela daha eskiymiş o zamanlar ahı ahı yaptı filan… Duygusallık oluştu. O gazla bizim yeni evin koordinatlarını girdi. Ev şuan sıfır olduğu için inşaatlık halini görürüz, acayiplik olur dedik. Sonuçta Google eski görüntüleri veriyo, günlük diil. Bu mausla sokağa girdi; yaklaşıyo yaklaşıyo yuvamıza… Bir heyecan pıtırtısı oldu bizde. Mausla yürüdükçe yüzler gülüyo. Apartmana bi geldik, bizim bina ayakta! Has. Dümdüz apartman! Şimdiki hali. Hani sıfırdı lan bu apt, hep varmış ya. “Ev sahibi bizi mi yedi” olduk. Alllaaaaaaah diye cinnete kalkıcaktım ki, Gamze biraz daha girdi zumlamayla. O da ne! Kapının önünde öpüşme pozisyonunda 2 kişi bulunuyo! Bir kız, bir erkek, dip dibe. Oturdum yerime. Gamze son zumunu da yapınca ben, dileleleelele! Alnımdan 5 litre ter aktı aktı yüzceğizimi komple yıkadı gitti. Gözlerim çıkıyo giriyo! O kişi benim! Gamze’yse oturduğu yerde zıpladı! O saniyeden sonra kişilik değişti kızda! Böğürüyo. Hayko Cepkin müziği yapıyo bana. Böğürmenin içinde “Bu kadın kimm” cümlesi duyuluyo hafif. Önce “Ne kadını, ne diyosun” gibi bol bol ne ne ne çektim. Aptal yaptım. “Yok artık o ben miyim ki ordaki. E yuh” dedim. Ama gerçekten orda ne arıyorum, o kadın kim, noluyo damla bilgim yok. Tanımam etmem. Bu bi şaka olmalı durumundayım.

Kısa hikaye – google earth

Gamze delire delire iç odalarımıza koştu. Ben makas alıcak saplıycak diye bekliyorum. Şu an bıçaklanmayı bekliyorum koltukta. Hatta kalbime gelmesin diye koltukta ters döndüm, arkamı sundum. Hadi bism… İçerden devrilme, düşme kalkma efektleri duyuluyo boyuna. Pardon evi dağıtma evresine mi girdi bu? Daha beni dövmedi? Bu fişek gibi geri belirdi. Elinde benim ishal renkli ceketim. Google Earth’te üzerimde duran ceket. Evet kesinlikle ekrandaki kişi benim. Bu gerçeği kabullenelim. Burdan yürüyelim…

Kıza bi ilahi güç gönderildi, poşet taşıyamayan çubuk kraker kollar beni evin içinde tur attırıyo… Yakamdan tuttu, bütün odalara soktu çıkardı. Her odada kavga ettik. “Yav valla tanımıyorum o kadını” diyorum bol bol. Laptopu fırlattığı yerden aldı tekrar gösterim yaptı bana: İnanamamakla beraber resmen ağız ağızayız kadınla. 1 saniye sonra birbirimize dalmışız yani belli. Son bir yıldır kimseyle bu pozisyonu yaşamadım eminim. Orda napıyoruz, kimdir, neden o pozisyondayım sokak ortasında, bunlar yok bende. Artık bunları bıraktım; en son ben ne içtim, kafamı ne gibi yerlere vurmuş olabilirim onu bulmaya çalışıyorum.

Gamze kıskançlık fişeklemesiyle konuyu araştırdı. Fotonun tarihini ceddini buldu. Yeniymiş. Geçen haftayı işaret ediyo bulgular. Ne? Geçen hafta mı? Kız kenara çekti kendini ağlamaya başladı. Orada “Google” devini görmesem fotoşop diycem. Ama bir Google Earth görseli nasıl fotoşop olabilir. Gamze’nin ağlama yerine gittim. Yeminler döküyorum. Bi de Google’a göre “öpüştüğüm” kadın baya bi güzellik sahibi. Boy da Gamze’nin üç topuklu üst üste giymiş hali gibi bi şey olunca, bu hırs hırs hırsss. Senii ınınınınnı… Biraz iyi oldu aslında kıskanılmak. Sevilme puanım arttı.

Gamze ağlamaktan yorulmuş, motoru durdurmuştu. Sessizlik olunca aklıma şey geldi. Bizim internetin yaratıcısı gibi takılan bi arkadaş var. Burak. Buro. Onu aradım; böyle böyle tabloyu anlattım. Benimkine yaranıyım diye hoparlörü dışarı saldım. Çocuk “Abi fotoşop ne arar Google Earth’te, gerçek görüntüdür” demez mi bağıra bağıra. Gamze vites arttırarak ağlıyo bu kez. Buro “Sen yine bi gönder fotoyu bakam” dedi. Çekip attım uğursuz ekranı. Beklemek…

Benimki ilişkide eşyalarını toplama evresine geçti. Bi sonraki evre yüze tükürme, dikkat. Şiirli konuşmalar yapıyorum, bütün yer dinlerinde-gök dinlerinde yemin ediyorum. “Yanıt vermiyor” kız. Sen yeni evimize daha 1 ayda nasıl kız atarsın, sokak ortasında hangi genişlikle öpüşürsün… En son bunun bacaklarına Smack Down kilidi yaptım. Yapıştım. Ayrılmam hadi kov beni yüreğinden. O sırada telefonum içerden beni çağırıyodu. “Hadi git telefonun çalıyo. Öpüştüğün karıdır” dedi. “Töbe yarappim”le birlikte belki Burak’tır diye koştum. Evet Buro. Buro önce bi kahkaha attı göklere. Sonra:

“Oğlum bu olay arada oluyo. İki görüntü üst üste geliyo filan. Bak aslında aranızda baya mesafe var, kız atıyorum 10 metre ötede, karşılıklı yürümüşsünüz o sokakta. Fotoğrafa yakınlaşınca anlaşılıyo zaten… Sistem hatası yani ama çok komik olmuş gerçekten…”

Ney ney neyyyy. Tabi yaa… Telefonu Gamze’ye fırlattım öğrensin gerçekleri köpe.

Bu Burak’la konuştu. İki dakka sonra benim mastika oynadığım salona gelip koşa koşa koşmalı sarıldı! Bu kez mutluluktan ağlıyodu! Özür diledi bol bol.  Biz basit duygusal dizi çeker gibi hareketler yaparken kapı çalındı. Ehe ehe diye gittim açtım. Bir adam. Kara kuru. Elinde silah bulunuyo.

“Ben üst kat komşun koçum. Sen misin lan benim karıyı apartmanın önünde zorla öpen!”

Dedi.

—–

Bu yazı, misafir yazar olarak Mehmet Ali Çatal‘a aittir. Kendisine teşekkür ederim…



2 Ağustos 2016 Salı

Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

Kısa Öykü – Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

(Bu öykü, misafir yazar olarak Murad Ertaylan tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. Web sitesine ulaşmak isterseniz bu adrese bakabilirsiniz).

Parkta yürüyorum, daha doğrusu köpek gezdiriyorum. Yan komşumuza ait bir kucak köpeği; Pakize teyze bacağını kırdı ve kocası da gececi, yani gündüzleri uyuyor. İşin bahanesi bu, söz konusu safkan bir Alman Kurdu olsaydı zaman bulunurdu. Adım gibi biliyorum ki, Adem abi bu küçücük hayvana tasma takıp, adımlarını onun kısa bacaklarına uydurarak dolaşmayı pek havalı bulmuyor. Biyolojik olarak Luluş bir Minyatür Kaniş, ama zavallıcık kıyafeti tamamlayan bir aksesuar vazifesi görüyor. Bu durum Luluş’un kabahati değil; ona sorsanız ne misafirliğe gidip dedikodu dinlemeyi, ne alışveriş merkezinde dükkan dükkan gezmeyi, ne de kuaför kapısında beklemeyi tercih eder. Şu anda yanımda son derece mutlu. Ağaçlardan yere süzülerek inen ve işlerini gördükten sonra dallarına geri dönen kuşlar kadar mutlu.

köpek

Pakize teyzeye sorsanız Luluş’tan kıymetlisi yoktur, en güzel kokan, en söz dinleyen, en arkadaş canlısı, en sağlıklı, en akıllı köpek odur. Hatta ortalarda Adem abi yokken açarsanız bu konuyu, hayatta Luluş’tan çok sevdiğinin olmadığını da kolayca öğrenebilirsiniz. Kendi halinde, gürültüsüz sakince yaşayan insanlara yakıştırılan ‘iyi insan’ tamlaması, Luluş’un ailesinin üstünde biraz eğreti durur. Adem abinin sesini milli maç geceleri haricinde duyan olmaz genelde, ama kapıcımız Muhittin’in deyimiyle Pakize Sultan epeyce gür seslidir. Telefonda ne konuştuğunu yan evden rahatca dinleyebilirim. Luluş’un oyuncağına takılıp düştüğünde ise opera sanatçılarına meydan okuyan bir performans sergilemişti Pakize teyze. O çığlık, Edibe hanımın kulağına bile ulaşmıs olabilir.

Diğer taraftaki komşumuz Edibe hanım, seksenine merdiven dayamış öğretmen emeklisi bir dul. Ne siz onu duyarsınız ne de o sizi; iki kulağına birden taktığı işitme cihazına rağmen bir yılan kadar sağırdır. Uzak yol kaptanı olan eşi, ben doğmadan önce bir kazada hayatını kaybetmiş. Annemin söylediğjne göre, Mümtaz albay uzun boylu yakışıklı bir adammış. Babama bakarsanız, deniz kazası bir tezgahtır, adam gittiği bir limanda sevgili yapmış ve yakasını kurtarmak için bu dümeni bulmuştur. Annem şiddetle itiraz eder, hikayenin bu versiyonuna, o tarihteki vapur kazası haberini kendi gözleriyle okumuştur. Babam her olayda görünmeyeni keşfetmekteki ustalığıyla övünür ve güler gecer annemin isyanına. Evet, ortada batan bir gemi var ama kimin kullandığını bilmiyoruz Banucum, der ve annemi büsbütün öfkelendirir. Detaylarla bu kadar alakadar olduğuna göre belli ki senin de bu tür planlar kurcalamış zihnini, ama tilki kurnazlığı bana sökmez Gökhan, andım olsun ki saklandığın delikte bulurum seni. Annemin öfkesi, babam kadar beni de güldürür. Sinirlendiğinde gözlerini aça aça konuşur ve normalde ağırbaşlı olan ses tonu, bir kız çocuğununkini andıracak şekilde incelir. Canım annem bu ittifakımıza da bozulur bozulmasına ama neşemize daha fazla malzeme vermemek için susmayı yeğler.

Hafifçe ürpermemden güneşin battığını ve donüş saatinin geldiğini anlıyorum. Arkadaşımın da pembecik dili dışarı çıkmış, yorulmuş Luluş. Bugünlük bu kadar yeter. Yarın akşam nasıl olsa yine beraberiz. Doktor, Pakize teyzeye bacağını bir ay boyunca dinlendirmesini öğütlemiş. Daha kaç hafta kaldığını bilen, şu anda bu dinlenme süresinin neresinde olduğumuzun hesabını tutan yok. Pakize teyzenin işine geldiği ölçüde benim de hoşuma gidiyor bu belirsizlik. Canıma minnet, her gün yirmi dakika özgürüm. Kendi kendimin patronu olmakla da sınırlı değil bu keyif, ben ne yöne gitmek istersem Luluş da peşimden gelir. Rotamız bazen köşedeki fırının önünden geçer, bazen arka sokaktaki okulun yanından. Kimi zaman deniz görünen tepeye çıkarız kimi zaman da bu parka geliriz.

Luluş’u para karşılığı gezdirmiyorum, yürüyüş dönüşü Pakize teyze şeker, çikolata falan ikram eder bana ama dişlerime zarar verir diye yemem. Luluş’la gezmeyi seviyorum, kısacık park gezilerimizde bile sanki o benimmiş gibi hissediyorum. Bana ait bir köpeğim olmasına ne annem ne babam izin veriyor, hemfikir oldukları nadir konulardan biridir bu. Üstelik sadece köpeklere karşı değildir bu ortak duruş, hayvan almam tümden yasaktır. Sorun ya tüyüdür ya kakası, kokusuna olmazsa mutlaka gürültüsüne kulp bulurlar. Hadi kediden köpekten geçtim, çok daha az ilgi isteyen balık, hamster, kaplumbağa önerilerim bile hep aynı duvara toslayınca bu sevdadan vazgeçtim.

Yaşasın tüylü dostum! Pakize teyzeyle zevklerimiz pek örtüşmese de, bence de Luluş dünyanın en tatlı, en oyuncu, en eğitimli, en sadık köpeğidir.



27 Mayıs 2016 Cuma

Ressam'ı Unutma!

Bir Kısa Öykü:Ressam’ı Unutma!

Sıkıntılı bir şekilde evinden çıktı adam. Oflayıp puflayarak yürümeye başladı. Dertler bir türlü yakasını bırakmıyordu.

Son zamanlarda işte yaşadığı problemler yetmiyormuş gibi bir de çocuklarının durumunun kendisini yorduğunu düşündü. Onları elinden geldiğince iyi okullara gönderiyor, bir dediklerini iki etmemeye çalışıyordu fakat yine de eksik olan bir şeyler vardı sanki. Kendisine ve annesine yaklaşımlarını beğenmiyordu, keza diğer insanlara da. Terbiye konusunda kitaplar okumuştu ve bunları yapmaya çalışıyordu lakin bazı şeyler ters gidiyordu.

ressamı unutma
Ressam’ı Unutma!

Bu düşünceler içindeyken yolu, çok sevdiği ve zaman zaman oturup sohbet ettiği Ahmet Amca’nın ayakkabı tamircisi dükkanına geldi. Dertliydi, pek sohbet edecek hali yoktu ama yine de selam vermeden geçemedi. Ahmet Amca, mahallenin sevdiği saydığı, insanlara yardım etmenin erdem olduğunun bilincinde ve en önemlisi hikmet ve irfan ehli biriydi.

Selamını aldı Ahmet Amca, içeri buyur etti. Yok dedi adam sizi rahatsız etmeyeyim. Olur mu öyle şey, hem içinde sakladıklarını da anlatır rahatlarsın.

-İçimde ne varmış ki Ahmet Amca?

-Var bir şeyler, yüzünden anlaşılıyor. Belli ki üzmüş seni bunlar.

– Evet üzgünüm aslında. Başka çok şeyler var ama çocuklarıma iyi bir terbiye veremediğim düşüncesi içimi kemiriyor. Nerede hata yaptım, ne yapmam lazım bilemiyorum. Aslında elimden geleni esirgemiyorum onlardan ama eksik olan bir şeyler var sanki.

– Hele otur bakalım, çayımızı da söyleyelim konuşuruz.

Çaylar söylendi, Ahmet Amca elindeki işi bir kenara koyup söyleyeceklerini merakla bekleyen adama baktı:

-Evladım dedi, terbiye konusu çok önemlidir. Çoğu insan evladına mal mülk bırakma telaşındadır ama iyi bir terbiye kadar çocuğa verilecek güzel miras yoktur. Bu da kolay bir iş değildir, sevgi gibi emek ister.

O sırada çayları geldi, adam şekeri üç ay önce bıraktığı için çay kaşığı ve şekeri kahveciye iade etti. Dükkana gelen müşteriye baktı, sohbetleri bölünmüştü. O sırada konuştuklarını düşündü. Evet tabii ki iyi bir terbiye kadar çocuğa bırakılacak güzel bir şey yoktu ama bu nasıl olacaktı. Bunu merak ediyordu.
Ahmet Amca müşterinin işini halledip gönderdi ve adama bakarak:

-Nerede kalmıştık?

-İyi bir terbiye için emek gerek demiştiniz.

-Evet, emek gerek sevgi gibi.

-Ama bu nasıl olacak Ahmet Amca?

-Evladım, çocuklarına iyi bir terbiye vermek istiyorsan önce kendini terbiye etmelisin!!!

Adam çok şaşırdı ve sözünü keserek;

-Ama nasıl olur, ben zaten gerekli şeyleri  çocuklarıma söylüyorum. Onlar yapmıyorlar, sorun onlarda ben de değil ki?

Ahmet Amca gülümsedi:

-İlk yapman gereken şey bu düşüncenden vazgeçmek olmalı. Zira çocuk sözle değil anne babayı görerek terbiye olur. Sen çocuklarına öğüt vermenin yanında kendini düzeltmenin yoluna gitmelisin. Onlar senden gördükçe kendiliğinden iyi bir terbiyeye sahip olacaklardır zaten.

-Peki kendimi nasıl terbiye edeceğim?

Rab kelimesi “terbiye eden” anlamındadır. Senin ellerini kaldırıp “Ey Rabbim” dediğin her duanda, aslında “Ey beni terbiye edenim” diyorsun. Önce bunun farkında olmalısın. Yaşamının her anında başına gelenler, Rabbinin seni terbiye etmesi içindir, burada önemli olan işin iç yüzüne vakıf olup sabırla hareket etmendir. Zamanla bu idrake sahip olduğunda farkında olmadan iyi bir terbiye ve olgunluğa ulaşmış olacaksın. Unutma! Allah işlerini kulları vasıtasıyla yapar. İnsanlarla muamelene bir de bu şekilde bak. Onlardan gelen sıkıntı ve elemlere, kem sözlere, kalbini kıracak işlerine “Rabbim beni sınıyor ve sivri yanlarımı törpülemek için bunları yaşatıyor” düşüncesiyle bakarsan rahat edersin ve karşındakinin aslında bir araç olduğunu anlarsın.

Bunun yanında malına gelen hasarlar ve çocuğunun hastalanması gibi olaylar da var ki, bunlar yağlı boya bir resmi daha da güzelleştirmek  için Ressam‘ın attığı fırça darbeleridir.

-Nasıl yani, anlamadım?

-Tüm kainatı ve bizleri bir resim gibi düşün. Bu resimleri çizen Ressam, en güzel eseri olan insanı daha da güzel yapmak için bazen fırça darbeleri atar. Olumsuz diye düşündüğün başına gelenleri bir de böyle düşün. O, bizlerin güzel bir resim olması için bizi terbiye ediyor.

Adam Ahmet Amca’yı dinlerken iş yerinde arkadaşlarıyla yaşadığı sıkıntıları hatırladı. Tabii ki kendisine haksızlık edilmesine izin vermeyecekti ama yaşananlara bir de bu gözle bakmanın hiç de fena olmayacağını düşündü.

İzin isteyerek yerinden kalktı;

-Bu sabah evimden çıkarken çok kederliydim, siz bana farklı bir bakış açısı sağladınız. Hayata ve insanlara ve olaylara bir de bu gözle bakmaya çalışacağım. Çocuklarımın terbiyesinin de aslında benden geçtiğini anladım. Size teşekkür ederim dedi.

Ahmet Amca, hafif bir tebessümle bilgece baktı, rica ederim dedi ve;

-Yaşamın gürültüsüne kapıldığında ve “yoruldum hayat gelme üstüme” dediğinde bu anlattıklarımı ve Ressam‘ı anımsa.

Unutma, O seni çok güzel bir resim haline getirmeye çalışıyor….



7 Nisan 2016 Perşembe

Ayna Ayna Söyle Bana

Kısa Öykü – Ayna Ayna Söyle Bana

Bir göl kenarında oturmuş huzur ve sükunu solukluyordu adam. Her şeyden ve herkesten  uzak olmak O’na çok iyi gelmişti.  Yemyeşil çam ağaçlarının gölgesinde yalnızlığına gömülmüşken bir kadın geldi yanına.

-Kendinden kaçmak iyi geldi mi?

-Kendimden kaçmak ne mümkün, sadece imgeler dünyasından uzaklaşıp ruhumu dinlendirmeye çalışıyorum. Çünkü gittikçe dünya koktuğumu düşünüyorum ve bundan mutlu değilim dedi adam.

Ayna Ayna Söyle Bana

Yalnızlığının bölünmesine kızmışken kederle yıkanmış siyah gözlerine baktı kadının. Tam bir şey söyleyecekken kadın çantasından bir ayna çıkardı ve adama verdi.

“Bu, bildiğin aynalardan değildir, sırlı bir aynadır, dünyaya daldığında bu aynaya bakarak kendine gelirsin” dedi ve sonra gözden kayboldu kadın. Adam acaba bir rüyada mıyım diye düşündü, bu kadın nereden çıktı, bu ayna neydi, yoksa iç sesiyle mi konuşuyordu. Sonra aynaya baktı ve birden kendini şehrin en kalabalık yerinde gördü. Arabaların motor sesleri, egzoz gazları, estetikten uzak yüksek ve gri binalar, el ele yürüyen sevgililer, ay sonunu getiremeyeceğini düşünen emekliler, çocuğunun elinden tutmuş mağazaların vitrinlerine bakan kadınlar…Onların arasına dalıp yürümeye başladı .

Geçmişte insanlardan uzaklaşmayı ve uzlete çekilmeyi düşündüğünü hatırladı. Sonra vazgeçmişti bu düşüncesinden. Elindeki aynaya baktı ve birden kendini Yunus Emre’nin yanında gördü. Koca Yunus, hocası Tapduk Emre ile konuşuyordu. Onlar adamı görmüyordu. Yunus hocasına, “bana izin verin uzlete çekileyim,bir dağ başına gidip yerleşeyim, insanlardan ve onların getirdiği dertlerden uzaklaşayım, hep Rabbimle başbaşa kalayım” dedi. Tapduk Emre gülümseyerek “Evladım, sen kolay olanı seçiyorsun. Önemli olan halk içinde Hakk’la beraber olmaktır, bu yolda ilerlemek istiyorsan halktan gelen cefalara sıkıntılara göğüs germen lazım” dedi.

Adam bu sahneyi gördükten sonra yine gürültü dünyasına döndü ve hafifçe gülümsedi. Zira geçmişte bunu öğrendiği için uzlete çekilme fikrinden vazgeçmişti. Şimdi bu sırlı ayna O’na bu anı hatırlatmıştı. İnsanın arınıp nefsini temizlemesi için insanlardan gelen sıkıntılara sabır göstermesi gerekiyordu. Burada insan ve olaylar bir sebepti aslında. Sebebi değil sebebi yaratanı görmek lazımdı. Resmi değil Ressam’ı görmek gibi. Ancak bu şekilde huzura erebilirdi insan. Bu konuda bazen başarısız olduğunu düşündü adam, resme takılmaktan kurtulamıyordu bir türlü. Ama bunun hemen olamayacağını da biliyordu. Bir fidan nasılki yavaş yavaş büyüyüp meyve veren bir ağaç oluyorsa insanın olgunlaşması için de zaman lazımdı. Hem bu dünyaya niçin gelinmişti ki? Tertemiz ve günahsız bir bebek olarak geliyor, sonra büyüdükçe kirleniyor, kirlendikçe arınmak için yollar arıyor ve olgunlaşarak bu dünyadan gidiyorduk. Bu herkese nasip olmuyordu şüphesiz, zira dünya hayatının zehirli bala benzeyen zevkleri bizi kemale ermekten alıkoyuyordu. Olsun, en azından hacca gitmeye çalışan karınca misali bu yolda oluruz ve ölürüz diye düşündü adam.

O Aramakla Bulunmaz

Biraz ilerledikten sonra bir taksiye bindi, şoförü gözü hiç tutmamıştı ama üstünde durmadı. “İçinizin ısınmadığı insanlardan uzak durun” sözünü hatırladı. Bunu hayatında uyguluyordu, bazen yanılmıyor da değildi ama çoğunlukla doğru çıkıyordu. Şoförün “nereye gidiyoruz” sözüyle kendine geldi. Yolu ben tarif ederim, böyle gidelim dedi adam. Sağlı sollu ağaçlarla kaplı bir yolda ilerlerken birden kendisine aynayı veren kadını gördü. Hemen taksiyi durdurdu ve indi, kadına yaklaştı.

– Sizi bir daha göremem diye düşünüyordum ama karşıma çıktınız.

– Ayna işe yarıyor mu?

– Evet. Bakalım bundan sonra neler göreceğim, merak ediyorum.

– Aynayı sakın bırakmayın, o size zor zamanlarınızda yol gösterecektir.

Kadın bunları söyledikten sonra gözden kayboldu yine. Adam üzerindeki şaşkınlığı atamadan çalan telefonuna baktı, arayan çok sevdiği bir arkadaşıydı. Acilen yanına gelmesini istiyordu. Tekrar taksiye binerek arkadaşının olduğu yere gitti. Giderken merak içindeydi. Bir kafede buluştular. O sırada içeri hırpani kılıklı biri girdi ve yanlarına geldi. Arkadaşına “Merak etme, birşey olmayacak, sadece sınanıyorsun, sabretmelisin” dedi ve geriye dönüp gitti. Adam ve arkadaşı şaşırıp kalmışlardı. Gelen kimdi, arkadaşı neyle sınanıyordu, bunu nasıl bildi diye düşünürken arkadaşının gözlerinden süzülen yaşı görmesiyle düşüncelerinden uyandı. Arkadaşı hiç birşey söylemedi, sessizliğe büründü, adam da sormadı zaten, kalpten kalbe konuştular bir süre. Gelenin kim olduğunu merak eden adam cebinden aynayı çıkardı ve aynaya bakınca o hırpani kılıklı adamı gördü. Çok güzel bir sarayın içindeydi ve kendisine “surete tapmayı bırakıp manaya bak, nice hazineler harabelere gizlenmiştir, insanın kılık kıyafeti seni aldatmasın, gönül aynanı temizlersen sana arşın hazineleri açılır” dedi. 

O esnada kendini yeniden göl kenarında oturur buldu adam. Sırlı aynanın aslında gönül aynası olduğunu ve onu temizlediği oranda hakikate ulaşacağını anladı. Yerinden kalkıp evine dönmeye hazırlandığında “O aramakla bulunmaz fakat yine de O’nu bulanlar arayanlardır ” sözü yankılanıyordu kalbinde…

4 Mart 2016 Cuma

Dünya, Hassas Kalpler İçin Bir Cehennemdir

Bir kısa öykü denemesi…

Telefonunu karıştırırken Goethe’nin “Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir” sözünü görünce ister istemez içinde bulunduğu ortamdan sıyrılarak kendi dünyasına döndü adam. Masadakiler konuşuyor kendi dertlerini  anlatıyor, biri politika diğeri spordan dem vuruyordu ama O çoktan bu sözün esiri olmuştu bile. Yaşadıkları bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Herkesin kendine sakladığı yaşanmışlıklar O’nun için de geçerliydi ve bir süre bunları düşündü. Bazen “keşke taş kalpli ve vurdum duymaz olsaydım” dediği anları hatırladı, bu tarz insanları imrendiği zamanlar olmuştu. Sonra bu düşüncesinden sıyrıldı, çünkü herkesin bir fıtratı vardı ve insanın o yaratılış biçimine uygun hareket etmesi gerektiğini düşündü. Aksi takdirde kendisi olamayacaktı. Başkası olmaktan da her zaman imtina ederdi, eskilerin dediği gibi “nev-i şahsına münhasır” olmalıydı insan.



O sırada kulakları tırmalayan bir ambulans sesi, düşüncelerinden sıyrılmaya yetmişti. Etrafına baktı boş boş, yanından geçen kediyi son anda farketti. Kedileri çok severdi, belki bir kedisi olmamıştı ama onların özel yaratılmış varlıklar olduğuna inanırdı hep. Yanına yaklaşan kediyle göz göze geldi, gülümsedi. Sonra çayından bir yudum aldı ve beğendiği bu sözü Instagram’da paylaştı. Yanında oturanlar dalgınlığının farkına vararak sebebini sordu, O da “hiç” diye geçiştirdi. Bazen tek kelimelik cevaplar çok şey barındırır ya içinde, “hiç” de onlardan biriydi.


Ayağa kalktı, izin istedi ve yürümeye başladı. Yürümeyi severdi, hele de kulağında sevdiği müzikler olursa tadı bir başka olurdu. Yürürken düşünmeye devam etti. Bu hayatın neşe ve kederle örülü olduğunu ve bunların birbiri ardı sıra geldiğini anımsadı, tıpkı sinüsoidal bir dalga gibi. Oysa insan ruhu geldiği yeri arıyor ve hep mutlu olmayı istiyordu. Her daim bunun olamayacağını biliyordu. Belki salt mutluluğu değil huzuru arıyordu insan. “Bu dünyadaki her nimete bir keder karışması şarttır” sözünü hatırladı, sözün doğruluğundan emindi, zira bunca yıllık hayatında her defasında bunu yaşamış, görmüş ve içselleştirmişti. Çekilen acıların insanı olgunlaştırdığını düşündü, bu yüzden vardılar zaten. Aksi halde sivri yanlarımızı nasıl törpüleyebilecektik? Halıyı temizlemek ve kirlerinden arındırmak için önce suyla ıslatır, sonra çubukla döver ve en sonunda güneşin altında bırakırlar. İnsana da bu oluyordu arınması için zaman zaman. Herkesin bir hikayesi varsa acısı da kendine göreydi. Biraz daha yürüyünce yolun karşısına geçti, deniz kenarına gelmişti. Yerden bir taş aldı ve denize doğru fırlattı. Sonra uzun uzun denize baktı. Denize bakmak, tıpkı gökyüzünü seyretmek gibi sonsuzluğu hatırlatıyordu adama. Kendini biraz daha iyi hissetti. Arabasına doğru ilerledi ve bindi. Araba hızlanırken parkta oynayan çocukların cıvıltısı geldi kulağına. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, bu hayatın fani olduğunu düşündü ve kalbine eğilerek “Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık” diyerek hızla uzaklaştı…..

Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine

  Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine