Misafir Yazarlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Misafir Yazarlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2018 Cumartesi

Doğum Günü Manifestosu

Doğum Günü Manifestosu

Bizde doğum günü alışkanlığı babadan gelir. Hem güneşe göre 9 Haziran’da, hem de aya göre 26 Ramazan’da itinayla yılda iki defa pastamızı keser, mumlarımızı üfleriz. Çok sever(di) babamız doğumgünü kutlamayı.



Yıllarca babamın içindeki iyi kalpli şımarık küçük çocuktan bir parça alabildiysem ne mutlu bana der, daha çok annemin psikopat hiperaktif sniperliğini aldığımı düşünerek sevinirdim :)) Ama şimdi yaşadığı hayata ve aramızdan 65’inde ani ve -kısmen- genç ayrılışına bakınca asıl O’ndaki sakin ama sevgi ve neşe dolu yaşama sevincini ufaktan kopyalamak lazım diye düşünmeye başladım içten içe…

Hiç kimseler giymezken daha yıllar önce pembe gömleğiyle kasaba düğününe gidendi babam. Kış günü yolda bulduğu soğuktan üşümüş minik serçeyi gömleğinin cebinde eve getirip ısıtan, besleyendi.

Kapının önünde, daha arabanın motoru susmadan geldiğini anlar, kadrolu kedi köpekleri çıkardı saklandıkları yerlerden akşam eve geldiğinde sevinerek.

Balkonda köşeye yuva yapmaya çalışan kuşların inşaatına çaktırmadan minik çalı çırpı ekler, anneleri yokken ürkütmemek için yavrulara cımbızla minik böcekler kurtçuklar verirdi.

Daha çok küçükten tembihlerdi hatırlarım; yolda destyele para görseniz “sayın” demezdi babam, aksine birinin gözyaşı vardır, dönüp gene orada arayacaktır, “dokunmayın, kenara kaldırın” derdi.

O hırslı, rekabetçi, kendi hayallerini evlatlarında gerçekleştirmeye çalışıp da onları nasıl harcadıklarını farketmeyen anne babaların aksine; on küsür yıldır sabahın 6.30’unda kalkıp işe gittiğim için arkamdan anneme “ya bu çocuk niye böyle oldu?” diyen, şaşırandı babam :)) Bana da zaten bilfiil kızdığı sitem ettiği yegane şey; bayramda tatilde açtığım laptop, kontrol ettiğim iş e-posta hesaplarıydı. İsterdi ki babam, çiçekle böcekle kediyle köpekle denizle kumla güneşle ilgilenelim, sandalyede önümüzdeki ekranlara değil, şezlongta ufuktaki çizgiye bakalım.

Unutmadan, deniz kum güneş demişken yazın ortalıkta gördüğü yuvasına kışlık kırıntı taşıyan karıncaların yaptığı yola da üzülür, gider bakar ne için uğraşıyorlarsa onu alır yuvalarının yakınına getirirdi, git gelleri kısalsın yorulmasınlar diye :))

Bugün benim doğumgünüm ama imkanı olsa vereceğim ömrüm gibi bu sene bugünü, yaşama sebebim (ki burda ayrıca romantikliğin ötesinde bilimsel ve biyolojik gerçekten bahsediyor şair) babama ithaf etmek istedim!

Tüm arkadaşlarıma sevdiklerime, aileme çok teşekkür ediyorum mesajları aramaları için, her daim yanımızda kalbimizde oldukları için..

En kötü günlerimizden biriydi hepimiz için babamı kaybettiğimiz gün ama nasıl güzel ve kocaman bir aile olduğumuzu da tüm hücrelerimize kadar hissettiğimiz bir gün oldu aynı zamanda. Survival geni değil insanı sadece hayatta tutan, hiç kusura bakmasın bilimadamları :)) Nasıl ki dünyaya gelişimin, aldığım nefesin sebebi annemse babamsa; bugün hala gülebiliyorsam ve ayakta durabiliyorsam, o da babamın hiç bitmeyen neşesinin mirasının ve hiç yanımızdan ayrılmayanların sayesindedir…

İyi ki doğmuşum, iyi ki annemin ve babamın evladı, kardeşimin başının belası olmuşum. İyi ki çok güzel insanlarla arkadaş, kardeş olmuşum…

Ahdım olsun ki, babasının mezarında bir bayram günü o dönem çok sevdiği Sertab Erener Ringa şarkısını mırıldanıp oynamaya başlayan babamıza şaşkın gözlerle bakan ben ve kardeşime; “ne var yani babama şarkı söylüyorum” diyen bir adamın çocuğu olarak O’nu hep mutlu, hep gülerek, hep daha çok insanı daha çok hayvanı severek anmaya gururla devam edeceğim !!




Bu yazı, misafir yazar olarak Didem tarafından yazılmıştır.

Ben babamı kaybedeli dört yıl oldu. İlk günkü acı ve iç yanmaları, zamanla yerini derin bir özleme bırakıyor. Tesadüf ki, Didem’in yazısını şu an tatilde babamın evinde buraya yazıyorum ve karşımda resmi duruyor 🙂 Çok sevdiğin birini kaybettiğinde insanın içinde kırk mum yanar derler. Zaman geçtikçe bu mumlar yavaşça söner ama bir tanesi sen ölünceye kadar içinde yanar dururmuş. Didem’in acısı çok taze, mumlar yanmaya devam ediyor.

Allah, ölenlerimize rahmet geride kalanlara da sağlık afiyet versin diyerek noktalayalım.

6 Mart 2017 Pazartesi

Atatürk ve İki Çocuğun Yaşanmış Hikayesi

Sene 1934

Milli Eğitim Bakanı Zeynel Abidin Özmen’in kapısı çalınır. Giriniz dendikten sonra içeriye Atatürk’ün yaveri ve beraberinde iki çocuk makama girer. Yaverin elinde bir mektup, bakana uzatır. Mektup Atatürk’ten…



İçeriği kısaca yaverin yanındaki iki çocuğun bakanın uygun göreceği bir lisede parasız yatılı olarak kayıt edilmeleri. Atatürk’ün bu emri üzerine bakan Abidin Özmen, orta öğretim genel müdürünü çağırtır ve gerekli yönergeleri verir: “Bu iki çocuğun evraklarını alın, çocukları Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırın ve her ikisi için üçer yıllık paralı yatılı makbuzu hazırlayıp ödeyen kısmına Atatürk yazın. Emirleri yerine getirilen bakan kısa bir mektup yazar ve yaverle birlikte Atatürk’e yollar. Mektubun içeriği şöyledir:

“Muhterem Atatürk, yaveriniz ile göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi birisi bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum…”

Mektubu alan Atatürk Başbakan İsmet İnönü’yü arar ve:

“Senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı!” der. Bu beklenmedik telefon üzerine İnönü özür diler. Atatürk:

“Yok !” demiş, “Özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve gösterebilse…”

Medeni Cesaret!

Bu medeni cesaret kime gösterilmiş? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk… Devlet ödeneğinden cüzi bir miktar ile çocukların ödeneğini karşılayabilirdi oysaki. Ama bunu yapmak yerine çok zekice bir cevapla çocukların parasını Atatürk’ten alıyor. Günümüzde bunu kim yapabilir?

Yazar Hakkında

Kişisel blog tadında çok yazarlı blog projesi olan ParlakJurnal sitemizde her türlü konuda günlük yazılar yazıyoruz. Sizleri de bekleriz efendim.

Bu yazı misafir yazar tarafından yazılmıştır…

20 Ocak 2017 Cuma

Bilinçaltının Bilinmezlikleri

Bilinçaltının Bilinmezlikleri

Bilinçaltı, bilinç nedir? Ne kadar bilgimiz var, neler biliyoruz bilinç ve bilinçaltı ile ilgili, hiç düşündünüz mü? Daha çok bilgimiz olsa hayatımız ne kadar değişirdi?
Bizi yöneten hangisidir?

Zihnimizdeki bölümlerden biri olan bilinç ile başlayalım.
Bilinç, kavrayan, yargılayan ve mantık yürüten kısımdır. Bilinçli zihin eleştireldir. Problem çözerken daha çok sorgular. Bu da bazen kararsızlığa ve harekete geçmekte zorluklara sebep olabilir. Bilincimizi kullanarak yaşantımızda seçimler yaparız ama bilinçli zihnimizle yaptığımız bu kararlar, doğduğumuzdan bu yana ailemiz, arkadaşlarımız, çevremizden bize geçen düşüncelerdir. Aslında bilinçaltı tarafından kaydedilen yargılarla seçimlerimizi yaparız.



Bilinçli kısım zihnimizin %10’luk kısmını oluşturur. İşte asıl mesele burada başlar, doğduğumuzdan beri yetiştiğimiz ve büyüdüğümüz çevreden geçen düşünce ve yargılar bilinçaltımıza kaydedilir, işte bu yüzden bizi yöneten asıl şeydir bilinçaltı..
Bilinçaltı dediğimiz kısım zihnimizin %90’ını oluşturur, ama bilinçaltımızın önemi fazla bilinmiyor.

Peki nedir tam olarak bilinçaltı, neler yapar?
Bilinçaltı aslında bir arşivdir, doğduğumuz andan itibaren her şeyi kaydeder. Doğru-yanlış diye ayırt etmez. Kayıt ettiği sırada anlamsız olan bir şeye bile yaşantı ile bir anlam yüklenir ve kişinin buna bir tepki vermesi sağlanır.
Hayatımız nasıl? Mutlu muyuz, başarılı mıyız, sağlıklı mıyız? Eğer bunlardan bir ya da bir kaçında sorunumuz var ise bilin ki bilinçaltınızda bunlara sebep olacak kayıtlar vardır. Yani bilinçaltı arşivimizde hangi bilgiler mevcutsa ona uygun yaşamları yaşarız.
Aslında bilinçaltımızı ne kadar olumlu düşünce ile doldurursak o kadar sağlığa, mutluluğa ve başarıya kavuşacağımızı bilmemiz gerekiyor. Bilinçaltımız başaramayacağımıza inanırsa başaramayız.
Bilinçaltımız düşüncelerimiz ve alışkanlıklardan da sorumludur. Temel görevi kişiyi mutlu etmektir.
Bilim dergisi, Research Quarterly’de yayınlanan çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırmada basketbol oynayan öğrenciler üç gruba ayrılıyorlar. İlk grup 20 gün boyunca fiziksel antrenman yapıyor. İkinci grup hiç antrenman yapmıyor. Üçüncü grupsa 20 gün boyunca her gün zihinsel antrenman yapıyor, yani zihinlerinde hayali olarak topu tutuyorlar, paslaşıyorlar, atışlar yapıyorlar, başarılı bir maç çıkararak kazanıyor ve seyircinin alkış seslerini duyuyorlar.
20 günün sonunda her gün antrenman yapan ilk grubun performansında % 24‘lük bir artış oluyor, antrenman yapmayan ikinci grupta hiçbir değişiklik olmuyor. Zihinsel antrenman yapan üçüncü grubun performansında da % 23’lük bir artış oluyor. 3. Grup sadece zihinsel antrenman ile 1. grup kadar başarı sağlıyor. Yani bilinçaltı beş duyunun ve hayallerin etkili bir şekilde kullanıldığı bir senaryonun sürekli tekrarlanmasıyla, aslında gerçekleşmemiş şeyleri gerçekmiş gibi kabul etmeye başlıyor ve beyne bu sinyali gönderiyor. Çok enteresan değil mi?
Bazen bilinçaltına kaydettiklerimizden dolayı hep aynı hataları yaparız, aynı sıkıntıları yaşarız. Bilinçli zihnimiz bunun farkında olsa bile bilinçaltımız buna izin vermez. Sanki bilinçaltı, bilincin yöneticisi gibidir. Örneğin bilinçli zihnimizle sigarayı bırakmak isteriz ama bilinçaltımız kahve ile içilen sigaranın keyfini bize hatırlatır.
Bilinçaltımız bağışıklık sistemimiz ve hormonlarımızı da kontrol eder. Bu sebepten eğer sürekli karamsar, öfkeli ve stresli olursak hem bedensel hemde duygusal daha çok hasta oluruz.


Çok ilginç okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum;
1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi, aldığı şarapları İskoçya’ya götürmektedir. Bir limanda yükünü boşalttıktan sonra, çalışan denizcilerden biri soğuk hava deposuna girer ve içeride kapalı kalır. İçeride kalan denizci, var gücüyle bağırır, ama kimse duymaz. O sırada şilep tekrar yük almak için hareket eder. Mahsur kalan denizcinin açlıktan ölmeyeceği kadar yiyecek vardır depoda. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Ölüme kadarki süreci yazmaya başlar, vücudunun soğuktan nasıl uyuştuğunu, el ve ayaklarının nasıl hissizleştiğini, soğuğun dayanılmazlığını çakısı ile depoya birbir yazar. Şilep tekrar başka bir limanda demir attığında, kaptan depoyu açar ve denizcinin cesedini görür. Çakısı ile yazdıklarını okur ve çok şaşırır. Çünkü soğuk hava deposunda götürülen şarapların 18 derecede taşınması istenmiştir. Yani soğuk hava deposu çalışmamaktadır. Aslında denizci soğuktan ölmemiştir, soğuktan öleceğine inandığı için ölmüştür.
(Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’)
Peki bilinçaltımızı ikna ederek ve değiştirerek amaca ulaşabilir miyiz? Bunun için her şeyden önce inançlarımızı değiştirmemiz gerekir.
Yaşadığımız her şey bizim seçimimizdir. Bunu anlarsak işler daha kolay olur. Yaşadığımız olayları olumluya çevirmek bizim elimizdedir yani bizim “ seçimimizdir.”





Bilinçaltınıza alacağınız her kaydı sorgulayın, sizin yaşamınıza zarar verecek her kayda “Hayır” deyin. Bundan sonraki aşama olumsuz kayıtların ve korkuların tespitidir. Korkularımızı önce kabul etmemiz gerekir. Daha sonra da bu korkuları olumluları ile değiştirmemiz gerekir. En önemlisi çok sık tekrar etmektir.
Sonuç olarak bilinçaltımız bizi yönetiyor. Eğer onu yönlendirebilirsek istediğimiz hayata kavuşabiliriz. Kendimize ancak kendimiz yardım edebiliriz. Bunun için kullanılacak çeşitli metotlar vardır: Reiki, NLP, Hipnoz… hepsinin ortak amacı bilinçaltını yeniden programlamaktır. Lütfen ne istediğimizi düşünüp sonra ona sahip olalım.

Bilelim ki “neye inanırsak onu yaşarız.”

Bu yazı, misafir yazar olarak Rana Kadıoğlu tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Blog Yazmak İnsana Ne Kazandırır?

Blog Yazmak İnsana Ne Kazandırır?

Blog yazma süre zarfımda bu işlemin bana neler kazandırdığını gördüm ve tecrübe ettim. Bu yazımda size blog yazmanın faydalarını ve bizlere neler kattığını anlatacağım. Burada yazanların hepsi benim yaşamış ve tecrübe ettiğim faydalardır. 2 Aylık blog yazma serüvenimde hayatım düzene girdi diyebilirim.

Blog Yazmanın Faydaları

Blog yazmanın yararlarını sizinle bir liste şeklinde paylaşmak istiyorum. Benim için en önemli olanı disiplindir.

Düzen ve Disiplin:

Hayatını benim gibi düzene sokmakta sıkıntı çeken herkese tavsiyem blog yazmalarıdır. Yazdığınız yazıların bir okuyanının olması sizi onlara karşı sorumluluk sahibi olarak gösteriyor ve sizi sürekli yeni yazı yazmaya itiyor. Bunun sonucunda siz de günlük yazı yazmaya çalışıyorsunuz ve bir düzene giriyorsunuz. Bilgisayarın başına oturduğunuz saat, kalktığınız saat belli oluyor. Bu da sizin zamanı kontrol etmenize yarıyor. Bana en çok katkısı bu yönde olmuştur.




Arkadaş Çevresi ve Yeni Kişiler

Blog yazmaya başlarken düşüncelerim arasında olan yeni kişileri tanıma projemi gerçekleştirdim. Yeni dostlar ve arkadaşlar edinmek hayatımda tattığım en iyi şeylerden biri. Blog yazarken yaşıtım ve benden büyük bir çok kişiyi tanıdım ve dost edindim. Yeni nesil çocuklarından olmam sebebiyle biraz asosyal olduğumu düşünüyordum. Yazılarımı paylaştıkça ilgi çekmeye ve arkadaşlar edinmeye başladım. Blog kardeşliği kurduk, orada sohbetler ediyoruz. Bu gerçekten çok güzel bir duygu. Yeni kişiler tanımak için siz de blog yazabilirsiniz.

Saygınlık

Aklıma bu işe girerken hiç gelmeyen bir durumdu. Blog yazmak etrafınızdaki insanların size bakışlarını çok değiştiriyor ve onların gözünde daha saygın bir birey haline geliyorsunuz. Sizi tanımak isteyen bir kişiye blogunuzun adresini vererek hiç yorulmadan kendinizi ona anlatabilirsiniz.

Öğrenme Kabiliyeti

Yazı yazmak için okumanız gerekir. Blogçuların ilk şartlarından biridir. Siz bir yazıyı okur ve bilgi sahibi olursanız ancak o şekilde öğrendiğiniz bilgileri diğer insanlara aktarabilirsiniz. Bilgiyi aktarmak için okumak gerekir, okuduğunuz makaleden öğrenmek istediğiniz bir bilgiden daha fazlasını öğrenebilirsiniz. Bu da sizin ekstra bilgi kazanmanızı sağlar.

Blog yazmak insanlara normal düzeyde katkı sağlarken, benim gibi öğrenci arkadaşlara en üst düzeyde katkı sağlamakta. Blog yazmanın yararlarını buraya yazarak bitiremem. Benim aklımda olan ve faydasını gördüğüm bunlar. Blog yazmanın yararları hakkında sizde görüşlerinizi yorum olarak belirtebilirsiniz.

Yazar Hakkında 

Merhaba Ben Onur Çakır sizlere Kişisel Blog adresimde özgün içerikler üretmeye çalışıyorum. Yazılarımda kendi düşüncelerimi, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri aktarıyorum. Tüm bunlara ek olarak WordPress, SEO gibi alanlarda kaliteli yazılar yazıyorum. Umarım blogumu beğenirsiniz.

Üzgünüz, şu an hiç anket bulunmuyor.



5 Eylül 2016 Pazartesi

Google Earth

Kısa Hikaye – Google Earth

Gamze’yle evde boş insanlık uyguluyoduk. Google Earth’e sardık. Evimizi yurdumuzu bulup mal mal şenleniyoruz. Bu kendi dükkanını buldu, tabela daha eskiymiş o zamanlar ahı ahı yaptı filan… Duygusallık oluştu. O gazla bizim yeni evin koordinatlarını girdi. Ev şuan sıfır olduğu için inşaatlık halini görürüz, acayiplik olur dedik. Sonuçta Google eski görüntüleri veriyo, günlük diil. Bu mausla sokağa girdi; yaklaşıyo yaklaşıyo yuvamıza… Bir heyecan pıtırtısı oldu bizde. Mausla yürüdükçe yüzler gülüyo. Apartmana bi geldik, bizim bina ayakta! Has. Dümdüz apartman! Şimdiki hali. Hani sıfırdı lan bu apt, hep varmış ya. “Ev sahibi bizi mi yedi” olduk. Alllaaaaaaah diye cinnete kalkıcaktım ki, Gamze biraz daha girdi zumlamayla. O da ne! Kapının önünde öpüşme pozisyonunda 2 kişi bulunuyo! Bir kız, bir erkek, dip dibe. Oturdum yerime. Gamze son zumunu da yapınca ben, dileleleelele! Alnımdan 5 litre ter aktı aktı yüzceğizimi komple yıkadı gitti. Gözlerim çıkıyo giriyo! O kişi benim! Gamze’yse oturduğu yerde zıpladı! O saniyeden sonra kişilik değişti kızda! Böğürüyo. Hayko Cepkin müziği yapıyo bana. Böğürmenin içinde “Bu kadın kimm” cümlesi duyuluyo hafif. Önce “Ne kadını, ne diyosun” gibi bol bol ne ne ne çektim. Aptal yaptım. “Yok artık o ben miyim ki ordaki. E yuh” dedim. Ama gerçekten orda ne arıyorum, o kadın kim, noluyo damla bilgim yok. Tanımam etmem. Bu bi şaka olmalı durumundayım.

Kısa hikaye – google earth

Gamze delire delire iç odalarımıza koştu. Ben makas alıcak saplıycak diye bekliyorum. Şu an bıçaklanmayı bekliyorum koltukta. Hatta kalbime gelmesin diye koltukta ters döndüm, arkamı sundum. Hadi bism… İçerden devrilme, düşme kalkma efektleri duyuluyo boyuna. Pardon evi dağıtma evresine mi girdi bu? Daha beni dövmedi? Bu fişek gibi geri belirdi. Elinde benim ishal renkli ceketim. Google Earth’te üzerimde duran ceket. Evet kesinlikle ekrandaki kişi benim. Bu gerçeği kabullenelim. Burdan yürüyelim…

Kıza bi ilahi güç gönderildi, poşet taşıyamayan çubuk kraker kollar beni evin içinde tur attırıyo… Yakamdan tuttu, bütün odalara soktu çıkardı. Her odada kavga ettik. “Yav valla tanımıyorum o kadını” diyorum bol bol. Laptopu fırlattığı yerden aldı tekrar gösterim yaptı bana: İnanamamakla beraber resmen ağız ağızayız kadınla. 1 saniye sonra birbirimize dalmışız yani belli. Son bir yıldır kimseyle bu pozisyonu yaşamadım eminim. Orda napıyoruz, kimdir, neden o pozisyondayım sokak ortasında, bunlar yok bende. Artık bunları bıraktım; en son ben ne içtim, kafamı ne gibi yerlere vurmuş olabilirim onu bulmaya çalışıyorum.

Gamze kıskançlık fişeklemesiyle konuyu araştırdı. Fotonun tarihini ceddini buldu. Yeniymiş. Geçen haftayı işaret ediyo bulgular. Ne? Geçen hafta mı? Kız kenara çekti kendini ağlamaya başladı. Orada “Google” devini görmesem fotoşop diycem. Ama bir Google Earth görseli nasıl fotoşop olabilir. Gamze’nin ağlama yerine gittim. Yeminler döküyorum. Bi de Google’a göre “öpüştüğüm” kadın baya bi güzellik sahibi. Boy da Gamze’nin üç topuklu üst üste giymiş hali gibi bi şey olunca, bu hırs hırs hırsss. Senii ınınınınnı… Biraz iyi oldu aslında kıskanılmak. Sevilme puanım arttı.

Gamze ağlamaktan yorulmuş, motoru durdurmuştu. Sessizlik olunca aklıma şey geldi. Bizim internetin yaratıcısı gibi takılan bi arkadaş var. Burak. Buro. Onu aradım; böyle böyle tabloyu anlattım. Benimkine yaranıyım diye hoparlörü dışarı saldım. Çocuk “Abi fotoşop ne arar Google Earth’te, gerçek görüntüdür” demez mi bağıra bağıra. Gamze vites arttırarak ağlıyo bu kez. Buro “Sen yine bi gönder fotoyu bakam” dedi. Çekip attım uğursuz ekranı. Beklemek…

Benimki ilişkide eşyalarını toplama evresine geçti. Bi sonraki evre yüze tükürme, dikkat. Şiirli konuşmalar yapıyorum, bütün yer dinlerinde-gök dinlerinde yemin ediyorum. “Yanıt vermiyor” kız. Sen yeni evimize daha 1 ayda nasıl kız atarsın, sokak ortasında hangi genişlikle öpüşürsün… En son bunun bacaklarına Smack Down kilidi yaptım. Yapıştım. Ayrılmam hadi kov beni yüreğinden. O sırada telefonum içerden beni çağırıyodu. “Hadi git telefonun çalıyo. Öpüştüğün karıdır” dedi. “Töbe yarappim”le birlikte belki Burak’tır diye koştum. Evet Buro. Buro önce bi kahkaha attı göklere. Sonra:

“Oğlum bu olay arada oluyo. İki görüntü üst üste geliyo filan. Bak aslında aranızda baya mesafe var, kız atıyorum 10 metre ötede, karşılıklı yürümüşsünüz o sokakta. Fotoğrafa yakınlaşınca anlaşılıyo zaten… Sistem hatası yani ama çok komik olmuş gerçekten…”

Ney ney neyyyy. Tabi yaa… Telefonu Gamze’ye fırlattım öğrensin gerçekleri köpe.

Bu Burak’la konuştu. İki dakka sonra benim mastika oynadığım salona gelip koşa koşa koşmalı sarıldı! Bu kez mutluluktan ağlıyodu! Özür diledi bol bol.  Biz basit duygusal dizi çeker gibi hareketler yaparken kapı çalındı. Ehe ehe diye gittim açtım. Bir adam. Kara kuru. Elinde silah bulunuyo.

“Ben üst kat komşun koçum. Sen misin lan benim karıyı apartmanın önünde zorla öpen!”

Dedi.

—–

Bu yazı, misafir yazar olarak Mehmet Ali Çatal‘a aittir. Kendisine teşekkür ederim…



2 Ağustos 2016 Salı

Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

Kısa Öykü – Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

(Bu öykü, misafir yazar olarak Murad Ertaylan tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. Web sitesine ulaşmak isterseniz bu adrese bakabilirsiniz).

Parkta yürüyorum, daha doğrusu köpek gezdiriyorum. Yan komşumuza ait bir kucak köpeği; Pakize teyze bacağını kırdı ve kocası da gececi, yani gündüzleri uyuyor. İşin bahanesi bu, söz konusu safkan bir Alman Kurdu olsaydı zaman bulunurdu. Adım gibi biliyorum ki, Adem abi bu küçücük hayvana tasma takıp, adımlarını onun kısa bacaklarına uydurarak dolaşmayı pek havalı bulmuyor. Biyolojik olarak Luluş bir Minyatür Kaniş, ama zavallıcık kıyafeti tamamlayan bir aksesuar vazifesi görüyor. Bu durum Luluş’un kabahati değil; ona sorsanız ne misafirliğe gidip dedikodu dinlemeyi, ne alışveriş merkezinde dükkan dükkan gezmeyi, ne de kuaför kapısında beklemeyi tercih eder. Şu anda yanımda son derece mutlu. Ağaçlardan yere süzülerek inen ve işlerini gördükten sonra dallarına geri dönen kuşlar kadar mutlu.

köpek

Pakize teyzeye sorsanız Luluş’tan kıymetlisi yoktur, en güzel kokan, en söz dinleyen, en arkadaş canlısı, en sağlıklı, en akıllı köpek odur. Hatta ortalarda Adem abi yokken açarsanız bu konuyu, hayatta Luluş’tan çok sevdiğinin olmadığını da kolayca öğrenebilirsiniz. Kendi halinde, gürültüsüz sakince yaşayan insanlara yakıştırılan ‘iyi insan’ tamlaması, Luluş’un ailesinin üstünde biraz eğreti durur. Adem abinin sesini milli maç geceleri haricinde duyan olmaz genelde, ama kapıcımız Muhittin’in deyimiyle Pakize Sultan epeyce gür seslidir. Telefonda ne konuştuğunu yan evden rahatca dinleyebilirim. Luluş’un oyuncağına takılıp düştüğünde ise opera sanatçılarına meydan okuyan bir performans sergilemişti Pakize teyze. O çığlık, Edibe hanımın kulağına bile ulaşmıs olabilir.

Diğer taraftaki komşumuz Edibe hanım, seksenine merdiven dayamış öğretmen emeklisi bir dul. Ne siz onu duyarsınız ne de o sizi; iki kulağına birden taktığı işitme cihazına rağmen bir yılan kadar sağırdır. Uzak yol kaptanı olan eşi, ben doğmadan önce bir kazada hayatını kaybetmiş. Annemin söylediğjne göre, Mümtaz albay uzun boylu yakışıklı bir adammış. Babama bakarsanız, deniz kazası bir tezgahtır, adam gittiği bir limanda sevgili yapmış ve yakasını kurtarmak için bu dümeni bulmuştur. Annem şiddetle itiraz eder, hikayenin bu versiyonuna, o tarihteki vapur kazası haberini kendi gözleriyle okumuştur. Babam her olayda görünmeyeni keşfetmekteki ustalığıyla övünür ve güler gecer annemin isyanına. Evet, ortada batan bir gemi var ama kimin kullandığını bilmiyoruz Banucum, der ve annemi büsbütün öfkelendirir. Detaylarla bu kadar alakadar olduğuna göre belli ki senin de bu tür planlar kurcalamış zihnini, ama tilki kurnazlığı bana sökmez Gökhan, andım olsun ki saklandığın delikte bulurum seni. Annemin öfkesi, babam kadar beni de güldürür. Sinirlendiğinde gözlerini aça aça konuşur ve normalde ağırbaşlı olan ses tonu, bir kız çocuğununkini andıracak şekilde incelir. Canım annem bu ittifakımıza da bozulur bozulmasına ama neşemize daha fazla malzeme vermemek için susmayı yeğler.

Hafifçe ürpermemden güneşin battığını ve donüş saatinin geldiğini anlıyorum. Arkadaşımın da pembecik dili dışarı çıkmış, yorulmuş Luluş. Bugünlük bu kadar yeter. Yarın akşam nasıl olsa yine beraberiz. Doktor, Pakize teyzeye bacağını bir ay boyunca dinlendirmesini öğütlemiş. Daha kaç hafta kaldığını bilen, şu anda bu dinlenme süresinin neresinde olduğumuzun hesabını tutan yok. Pakize teyzenin işine geldiği ölçüde benim de hoşuma gidiyor bu belirsizlik. Canıma minnet, her gün yirmi dakika özgürüm. Kendi kendimin patronu olmakla da sınırlı değil bu keyif, ben ne yöne gitmek istersem Luluş da peşimden gelir. Rotamız bazen köşedeki fırının önünden geçer, bazen arka sokaktaki okulun yanından. Kimi zaman deniz görünen tepeye çıkarız kimi zaman da bu parka geliriz.

Luluş’u para karşılığı gezdirmiyorum, yürüyüş dönüşü Pakize teyze şeker, çikolata falan ikram eder bana ama dişlerime zarar verir diye yemem. Luluş’la gezmeyi seviyorum, kısacık park gezilerimizde bile sanki o benimmiş gibi hissediyorum. Bana ait bir köpeğim olmasına ne annem ne babam izin veriyor, hemfikir oldukları nadir konulardan biridir bu. Üstelik sadece köpeklere karşı değildir bu ortak duruş, hayvan almam tümden yasaktır. Sorun ya tüyüdür ya kakası, kokusuna olmazsa mutlaka gürültüsüne kulp bulurlar. Hadi kediden köpekten geçtim, çok daha az ilgi isteyen balık, hamster, kaplumbağa önerilerim bile hep aynı duvara toslayınca bu sevdadan vazgeçtim.

Yaşasın tüylü dostum! Pakize teyzeyle zevklerimiz pek örtüşmese de, bence de Luluş dünyanın en tatlı, en oyuncu, en eğitimli, en sadık köpeğidir.



27 Ağustos 2015 Perşembe

Hastalıkların Psikolojik Sebeplerine Farklı Bir Bakış

Hastalıkların Psikolojik Sebeplerine Farklı Bir Bakış Açısı

Bir çok hastalığımızın ortaya çıkmasına sebep olarak stresi gösterebiliriz. Etkisi ilk başta görünmese de zaman içinde hastalıkları tetikleyerek kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Aşağıdaki yazı, hastalıkların sebep ve çözümlerine bu anlamda farklı bir bakış açısıyla yaklaşan misafir yazara ait. Kendisine yazı için teşekkür ederim.

“Bir gün bütün hastanelerin ve yardımcı sağlık kuruluşlarının müşterisizlikten kapısına kilit vurulduğunu görsek, acaba bunun bir rüya olduğunu mu zannederdik? Yahut hastalıklarımızı kendi kendimize tedavi etsek ve bu da kesin mümkünse?

Hastalıkların Psikolojik Sebepleri
Hastalıkların Psikolojik Sebepleri

Geçtiğimiz yirmi yıl içinde tıbbi müdahaleler ve yardımlar çok modern, çabuk ve ulaşılır oldu. Ancak az bilinen ve nadir görülen hastalıklar da yaygınlaşmaya başladı. Şeker, tansiyon, migren artık sıradan hastalıklar. Kalp, böbrek, karaciğer, alzheimer ve psikolojik rahatsızlıklar ise revaçta!

İnsanlık tarihi boyunca hiç bir inanış, öğreti, dini akım hastalığı onaylamamıştır. İslam inanışında Hz. Peygamber hastalığı bir ayıp, Hz. İsa şeytanın esinlemesi olarak tanımlamış ve karşı çıkmıştır.

Peki ne oluyor da biz rutinin dışına çıkıyoruz ve hastalıklarla kardeş oluyoruz? Hastalıklarımızın temelinde ruhsal dediğimiz önce psikolojimizi akabinde bedenimizi çökerten negatif enerjiler söz konusudur.

İşte size birkaç örnek:

Göz Hastalıkları: Geleceği, ileriyi görememekten kaynaklanan rahatsızlıklar.

Kulak hastalıkları: Duymak istemediğimiz şeylerin fazlalığından ötürü oluşan rahatsızlıklar.

Migren : Kendimizin ve yakınlarımızın dertlerini çözmek için kafa yormak ama başaramamak.

Boğaz: Haksızlıklar karşısında veya konuşmak gereken yerde susmaktan ötürü meydana gelen rahatsızlıklar.

Akciğer, göğüs, kalp : İnsanların ve hayatın bizi yorup artık nefes alamayacak hale gelmemiz sonucu oluşan rahatsızlıklar.

Pankreas: Sizi aşırı derecede üzen kişiyi affetmemeniz sonucu organınızın yavaş yavaş çürüyerek oluşan rahatsızlık.

Mide : Haksızlıkları hazmedemediğinizde mideniz de hazmedemez!!

Safra kesesi: İnsanlara doğruları anlatırsınız, yapılan yanlışları düzeltmeye çalışırsınız. Ancak kimse sizi kaale almaz. Bu üzüntüyle kendinizi bitirerek safranızı çürütür ve en sonunda aldırmak zorunda kalırsınız.

Hastalıkların çözümü nedir?
Hastalıkların çözümü nedir?

Saçımızdan ayak parmağımızdaki tırnağa kadar bütün hastalıkların nedeni ruhsaldır. Çaresi aslında o kadar kolay ki! Kendimizi sevmek. Kendimize odaklanmak, kendi eksikliklerimizi tamamlayıp pozitif yönlerimizi çoğaltmaya bakmak.

Herhangi bir hastalığa yakalanmışsak kendimizi sağlıklı ve iyiymiş gibi hissetmek zorundayız. Hastalığa karşı beynimizi sonuç odaklı çalıştıracağız.

Daima hatırlayın; siz sağlıklı ve mutlu değilseniz çevrenizdekilere vereceğiniz tek şey sıkıntı olacaktır. Ve insanlarla paylaşmak zorunda olduğunuz tek şey sevgidir.”

“Bu yazı, Fadet Kedi müstear isimli misafir yazar tarafından yazılmıştır”.



17 Haziran 2014 Salı

Blog Yazarlığının Maddiyatı ve Maneviyatı Üzerine

Bu yazı, Srgz Blog’un sahibi Vural Egemen Sarıgöz tarafından yazılmıştır. Blogumdaki ilk misafir yazar olarak kendisine teşekkür ederim.

Blog Yazarı olmak için uğraşan, didinen insanları düşünün. Eğer bir bloğunuz var ve belirli periyodlarda bloğunuza içerik giriyorsanız Blog Yazarı olmuşsunuz demektir. Blog Yazarı olmayı becerememiş, açtığı blogları kısa zamanda internet çöplüğüne göndermiş blog yazarı müteşebbisleri ile karşılaştık ve karşılaşmaya devam ediyoruz.

Blog Yazarlığının birinci kuralı sabırdır. Sabrederek yazmaya devam eden her blog yazarı mutlaka bir gün başarıya ulaşacaktır.
Blog Yazarlığının iki tür kazancı olur;
1.      Maddiyat
2.      Maneviyat

Bu iki kazancın hangisi blog yazarı için kıymetlidir diye düşünürsek elbetteki her ikisi diye cevaplayabiliriz. İnsanlar sevdiği bir işi yaparken para kazanmanın verdiği mutluluğu tarif etmekte zorlanırlar. Blog Yazarlığı da işte bu minvalde bir durumdur.

Blog Yazarlığının Maddiyatı
Blog Yazarıysanız ve yukarıda bahsettiğimiz gibi sabırla içerik üretmiş ve kaliteli işlere imza atmışsanız. Mutlaka bir gün kazanç elde edeceksiniz. Bu işin maddiyat boyutunda çok çalışmak ilkesi yatmaktadır. Reklam Platformlarını iyi anlayıp iyi araştırmak, Kaliteli tanıtım yazıları hazırlamak, Blog tasarımının özgün bir yapıda olması vs… daha bir çok özellik sayabiliriz. Geçtiğimiz günlerde çalıştığım 15 firmaya habersiz olarak birkaç soru yöneltip çalışacakları blogları nasıl seçtiklerine dair fikir sahibi olmak istedim.

Ortak noktalar şunlardı; Özgün bir tasarım, ziyaretçi sayısı, Google değerleri, Kaliteli ve Özgün içerik,Blog Konusu vs…

Bu ve benzeri konularda kendinize ait bir özgünlük ve farkındalık oluşturamamışsanız yada böyle bir intiba bırakamamışsanız başarısızlık kaçınılmaz oluyor.

Eğer zikredilen kriterleri yerine getirmiş bir bloğun Blog Yazarıysanız o vakit reklam vermek isteyen firmalar, tanıtım yazısı yayınlatmak isteyen şirketler ve diğer reklam gelirleri ile aylık hatırı sayılır bir kazanç elde edebilirsiniz.

Hatta işi biraz daha ilerletir. Blog ile bağınızı bir kenara bırakıp yalnızca kurum ve kuruluşlar için içerik üreterek aylık sabit gelire mazhar olabilirsiniz.

Blog Yazarlığının maddiyat kısmını bu şekilde açıklayabiliriz. Blog Yazarlığının bir de maneviyat kısmı vardır ki paradan daha mühim olduğu zamanlar vardır.

Blog Yazarlığının Maneviyatı
Blog Yazarı olarak ilk yapmanız gereken sizin gibi aynı yolda ilerleyen diğer blog yazarları ile haşır neşir olmaktır. Webmaster forumlarında artık Blogcular-Blog Yazarları- Blogger’lar gibi özel alanlar vardır ve bu alanlarda blog yazarları devamlı birbirleri ile iletişim halindedir.

Arama motorları sayesinde yeni bloglar ve blog yazarları keşfedebilirsiniz. Emin olunuz ki bazen yaptığınız küçük bir hareket yada jest size tarif edilemeyecek kazançlarla geri dönecektir. Kimi zaman maddi kimi zaman manevi dönüşler olabilir.

Beğendiğiniz ve bilgilerinden faydalandığınız blogları sık sık ziyaret edip , yorumlarla destek olabilirsiniz. Bir süre sonra sevdiğiniz ve takip ettiğiniz blog yazarı ile aranızda istem dışı bir dostluk başlayacaktır.

Başımdan geçen küçük bir anıyı paylaşayım. Bir imleme sitesinde araştırmalar yapıyordum. Site güzel ve bir o kadarda başarılıydı. Neredeyse tanıdığım , takip ettiğim tüm blog yazarları oradaydı. Hem imleme sitesi olmuş hemde blog yazarlarının birbirleri ile iletişime geçtiği bir sosyal tipi bir site olmuştu. Bir gün sistemde gördüğüm bir hatayı imleme sitesinin yöneticisine mail ile bildirdiğimde farkında olmadığını öğrendim. İkaz edip haber verdiğim için teşekkür etti. Puanlama sistemi ile çalışan imleme sitesine ertesi gün girdiğimde hesabımda 20000 puan olduğunu gördüm. 20000 puan ile site üzerinden forum tanıtımları yapabiliyorsunuz. Küçük bir iyi niyetin karşılığını fazlasıyla görmüştüm. Bol bol forum tanıtımı yaparak puanlarımı kullandım ve bloğuma çok fayda sağladım.

Bugün yüzyüze, telefonda yada blogdan bloga görüştüğüm bir çok blog yazarı arkadaşım ile dostluklarımız bu ve buna benzer durumlarda olmuştur.

Bu da işin maneviyat kısmıdır ki paradan daha önemli olduğunu en azından şahsım adına rahatlıkla söyleyebilirim.
Benim Blog Yazarlığınının Maddiyatı ve Maneviyatı üzerine söyleyeceklerim bunlardır. Eğer sizlerin de bu konuda söylemek istedikleriniz varsa yorum bölümünden iletirseniz memnun oluruz.
Yazar Hakkında:  SRGZ Blog | Webtasarım ve Teknoloji BloguWebtasarım ve teknoloji üzerine makaleler yayınlanan güncel bir blog.

Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine

  Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine