Misafir Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Misafir Yazarlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2018 Cumartesi

Doğum Günü Manifestosu

Doğum Günü Manifestosu

Bizde doğum günü alışkanlığı babadan gelir. Hem güneşe göre 9 Haziran’da, hem de aya göre 26 Ramazan’da itinayla yılda iki defa pastamızı keser, mumlarımızı üfleriz. Çok sever(di) babamız doğumgünü kutlamayı.



Yıllarca babamın içindeki iyi kalpli şımarık küçük çocuktan bir parça alabildiysem ne mutlu bana der, daha çok annemin psikopat hiperaktif sniperliğini aldığımı düşünerek sevinirdim :)) Ama şimdi yaşadığı hayata ve aramızdan 65’inde ani ve -kısmen- genç ayrılışına bakınca asıl O’ndaki sakin ama sevgi ve neşe dolu yaşama sevincini ufaktan kopyalamak lazım diye düşünmeye başladım içten içe…

Hiç kimseler giymezken daha yıllar önce pembe gömleğiyle kasaba düğününe gidendi babam. Kış günü yolda bulduğu soğuktan üşümüş minik serçeyi gömleğinin cebinde eve getirip ısıtan, besleyendi.

Kapının önünde, daha arabanın motoru susmadan geldiğini anlar, kadrolu kedi köpekleri çıkardı saklandıkları yerlerden akşam eve geldiğinde sevinerek.

Balkonda köşeye yuva yapmaya çalışan kuşların inşaatına çaktırmadan minik çalı çırpı ekler, anneleri yokken ürkütmemek için yavrulara cımbızla minik böcekler kurtçuklar verirdi.

Daha çok küçükten tembihlerdi hatırlarım; yolda destyele para görseniz “sayın” demezdi babam, aksine birinin gözyaşı vardır, dönüp gene orada arayacaktır, “dokunmayın, kenara kaldırın” derdi.

O hırslı, rekabetçi, kendi hayallerini evlatlarında gerçekleştirmeye çalışıp da onları nasıl harcadıklarını farketmeyen anne babaların aksine; on küsür yıldır sabahın 6.30’unda kalkıp işe gittiğim için arkamdan anneme “ya bu çocuk niye böyle oldu?” diyen, şaşırandı babam :)) Bana da zaten bilfiil kızdığı sitem ettiği yegane şey; bayramda tatilde açtığım laptop, kontrol ettiğim iş e-posta hesaplarıydı. İsterdi ki babam, çiçekle böcekle kediyle köpekle denizle kumla güneşle ilgilenelim, sandalyede önümüzdeki ekranlara değil, şezlongta ufuktaki çizgiye bakalım.

Unutmadan, deniz kum güneş demişken yazın ortalıkta gördüğü yuvasına kışlık kırıntı taşıyan karıncaların yaptığı yola da üzülür, gider bakar ne için uğraşıyorlarsa onu alır yuvalarının yakınına getirirdi, git gelleri kısalsın yorulmasınlar diye :))

Bugün benim doğumgünüm ama imkanı olsa vereceğim ömrüm gibi bu sene bugünü, yaşama sebebim (ki burda ayrıca romantikliğin ötesinde bilimsel ve biyolojik gerçekten bahsediyor şair) babama ithaf etmek istedim!

Tüm arkadaşlarıma sevdiklerime, aileme çok teşekkür ediyorum mesajları aramaları için, her daim yanımızda kalbimizde oldukları için..

En kötü günlerimizden biriydi hepimiz için babamı kaybettiğimiz gün ama nasıl güzel ve kocaman bir aile olduğumuzu da tüm hücrelerimize kadar hissettiğimiz bir gün oldu aynı zamanda. Survival geni değil insanı sadece hayatta tutan, hiç kusura bakmasın bilimadamları :)) Nasıl ki dünyaya gelişimin, aldığım nefesin sebebi annemse babamsa; bugün hala gülebiliyorsam ve ayakta durabiliyorsam, o da babamın hiç bitmeyen neşesinin mirasının ve hiç yanımızdan ayrılmayanların sayesindedir…

İyi ki doğmuşum, iyi ki annemin ve babamın evladı, kardeşimin başının belası olmuşum. İyi ki çok güzel insanlarla arkadaş, kardeş olmuşum…

Ahdım olsun ki, babasının mezarında bir bayram günü o dönem çok sevdiği Sertab Erener Ringa şarkısını mırıldanıp oynamaya başlayan babamıza şaşkın gözlerle bakan ben ve kardeşime; “ne var yani babama şarkı söylüyorum” diyen bir adamın çocuğu olarak O’nu hep mutlu, hep gülerek, hep daha çok insanı daha çok hayvanı severek anmaya gururla devam edeceğim !!




Bu yazı, misafir yazar olarak Didem tarafından yazılmıştır.

Ben babamı kaybedeli dört yıl oldu. İlk günkü acı ve iç yanmaları, zamanla yerini derin bir özleme bırakıyor. Tesadüf ki, Didem’in yazısını şu an tatilde babamın evinde buraya yazıyorum ve karşımda resmi duruyor 🙂 Çok sevdiğin birini kaybettiğinde insanın içinde kırk mum yanar derler. Zaman geçtikçe bu mumlar yavaşça söner ama bir tanesi sen ölünceye kadar içinde yanar dururmuş. Didem’in acısı çok taze, mumlar yanmaya devam ediyor.

Allah, ölenlerimize rahmet geride kalanlara da sağlık afiyet versin diyerek noktalayalım.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Hayat Bazen

Hayat bazen insanları, birbirlerinin değerini anlasınlar diye ayırırmış.

Duyguların test edilmesidir bir anlamda bu ayrılıklar.

Gerçekten seviyor musun, yoksa bir anlık heves misin?

Araya tatsızlıklar girer bazen.

Gurur da ön plandadır ara sıra.

Uzaklaşırsın

O gelsin yanıma dersin

Ama gelmez

Birbirine birkaç metre mesafedesindir lakin aranda kilometrelerce gurur vardır.

Akışına bırakırsın

Bakalım zaman ne gösterir dersin

Zaman herşeyin ilacıdır derler amma fazlası intihara girmez mi?




Hayat bazen…

Sonra, niye uzağız ki dersin..

Gereksiz gururu bir kenara bırakırsın.

Normalde yapmayacağın şeyi yapar

O’na doğru yaklaşırsın

Çünkü O senin sol yanındadır ve zamanında solunda devrim yapmıştır.

Hiçbir şey seni O’nun kadar üzmemiş ve O’nun kadar mutlu etmemiştir.

Bunu bilir yol alırsın

Tedirginsindir

Acaba nasıl tepki göreceğim?

Önce sessizlik çarpar suratına bir tokat gibi

Yüzüne bakmaz, gözlerini sana çevirmez günlerce

Zamanında sana hülyalı bakan gözleri, artık sana bakmaz olur

Neden ama dersin…

Eskisi gibi baksın, beni benden alsın dersin.

Ama araya zaman girmiştir

Sonra sabırla devam edersin

Yanına gidersin, yine aynı yüz

Bıkmazsın yılmazsın gidersin

Yavaş yavaş sana bakar ve konuşmaya başlar

Anlarsın ki, zamanla iyileşecektir

Sabırla devam edersin

Ümidini asla kaybetmeden

Ve gün gelir görürsün ki,

aslında O da sana gelmek istiyordur

ama araya hayal kırıklıkları girmiştir

Sevenin bahaneleri yoktur

Ne olursa olsun seven insan gitmeyecektir

Gitmek isteyen bir bahane bulup gider

Sevense herşeyi bir kenara bırakıp kalacaktır

Senin de kalmak istediğini biliyorum

Ve bu yüzden sana geliyorum

Bıkmadan

Usanmadan

Yılmadan….

 


(İsmini vermek istemeyen misafir yazardan)…

16 Ocak 2018 Salı

Bir Pazar Sabahı 2045'ten Gelenler

Kızım Zeynep'in kısa öyküsü: Bir Pazar Sabahı 2045’ten Gelenler..

Bir Pazar Sabahı

Sakin bir Pazar sabahıydı. Ailece kahvaltımızı yapmıştık. Ardından rutin işlere koyulmuştuk. Ben kedimiz Lucy’i beslerken ikizim Doruk bahçe işlerini yapıyordu. Tam Lucy’yi yıkamak için banyoya çıkarken kapı çaldı. Gelenin annem ve babam olduğunu düşünerek koşarak kapıya gittim. İkisi alışveriş için dışarı çıkmıştı fakat bu kadar erken gelmelerini beklemiyordum. Böyle düşünerek kapıyı açtım, gördüğüm manzara karşısında neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Önümde ikizim Doruk’un aynısı diyebileceğim bizim yaşlarımızda bir çocuk duruyordu. Ayrıca yanında ufak, oval, zümrüt yeşili renginde, yıldız şeklinde kırmızı gözlere sahip uçan robotumsu bir şey vardı. Ve çocuğa doğru dönüp: “sonunda bulabildik”, dedi.

Gözlerime inanamıyordum. Birkaç kez gözümü kapatıp açtım. Değişen tek şey, çocuğun endişeli yüz ifadesinin gülümsemeye dönmesi ve derin bir oh çekerek bana “hala” demesiydi. Hala mı diye yarı şaşkın yarı sinirli halde sordum. Herhalde benle dalga geçiyordu. Daha 16 yaşındaydım, ne halası? Ayrıca yanındaki o şey de neydi? Korkmalı mıydım? Neden Doruk’a gelmesi için bağırmıyordum? Aklımda bunlar gibi deli sorularla baş başa kalmıştım.

Tabii bu şaşkınlık halim, siz deyin on, ben diyim yirmi saniye sürdü. Ardından kendime gelip, “sen kimsin yaa, ne halası? Ve yanında robotumsu uçan şey de ne?” diye biraz sesimi yükseltip sordum. Karşımdaki çocuk, elini alnına vurup “aa çok pardon, ben kendimi tanıtamadım şaşkınlıktan” dedi yarı utangaç tavırla. Birden arkamda Doruk beliriverdi ve “bismillah” dedi. Arkama döndüğümde şaşkınlıktan açılmış iki göz ve yarı çatılmış kaşlar gördüm. Doruk, “bu-bu-bunlar kim Güneş? Ve bu çocuk neden bana bu kadar çok benziyor?” dedi hala kendine gelememiş bir halde. “Ben de bilmiyorum Doruk, bu arkadaş bana hala dedi, inanabiliyor musun?” dedim.


Robotumsu şey-(Wall E – Eve taslak)

Konuşmamızı bitirir bitirmez çocuk, “sizleri korkuttuğumun fazlasıyla farkındayım, ancak pek zamanımız yok ve size neler olup bittiğini burada anlatamam, evin içi sanırım daha güvenli” dedi. Doruk’la aynı anda birbirimize baktık, ne yapmamız gerektiğine dair en ufak bir fikrimiz bile yoktu. “Size neden güvenelim?” diye sordum, robotumsu şey “bana inanman için küçükken ikizinle tek başınıza asansörde kaldığınızı, asansörün düştüğünü ve uzun süre kurtarılmayı beklediğinizden dolayı dar ve karanlık yerlerde duramadığınızı ve bu yüzden de klostrofobin olduğunu söylesem” dedi. Şaşkınlığım kırk kat daha artmıştı ve korkmaya da başlamıştım. Çünkü bu yaşadıklarımızı ve fobimi, en yakın arkadaşım ve ailemiz dışında kimse bilmiyordu. Doruk’la birbirimize baktık, aynı anda içeri geçmeleri için kenara çekildik.

2045’ten Gelenler

Salona geçer geçmez çocuk söze başladı:

-Öncelikle ben Uzay ve gelecekten, 2045’ten geliyorum. Her ne kadar inanmayacak gibi baksanız da doğruyu söylüyorum. Ve ben, Doruk’un oğluyum!! Bu yüzden size hala dedim.

Doruk’la aynı anda “hadi canım” dedik. Doruk;

-Biz de yedik zaten, derdiniz ne kardeşim?

diyerek bir hışımla sordu. Çocuk;

-Babam, yani sen, böyle yapabileceğinizi tahmin ettiğinden bir video çekti, eğer inanmazlarsa izlet diye.

Sonra robotumsu şeye dönüp:

Joe, videoyu izletir misin? dedi. Böylece bu garip şeyin adının da Joe olduğunu öğrendik.

Ve bir anda Joe’nun gözlerinden ışıklar çıktı, yaklaşık bir metre önünde hologram bir adamın konuşmaya başladığına şahit olduk. Bu bir video kaydıydı ve gerçekten de adam, Doruk’un 27 yıl sonraki hali olabilirdi. Tabii saçları biraz beyazlamış ve yüzünden kırk yaşında olduğu rahatça anlaşılıyordu. Adam yani Doruk:

-Merhaba küçük ben ve ikizim Güneş. Çok şaşırdığınızı, hiçbir şeye anlam veremediğinizi, 27 yıl içinde bu kadar şeyin nasıl olduğunu ve özellikle Doruk’un yani benim evlenip 18 yaşında bir oğlu olduğuna akıl erdiremiyorsunuzdur. Haklısınız da, ama anlatacaklarıma inanıp oğluma ve Joe’ye güvenmeniz gerekiyor. Yoksa gerçekten kötü şeyler olacak, inanın bana. Biliyor musun küçük Doruk? Ben ikiz sözümü, bu zamana kadar hep tuttum. Ancak şu anda sana, size ihtiyacım var. Detayları Uzay anlatacaktır.

Yavaş yavaş bu olanlara inanmaya başlamıştım, ve daha da korkmaya. Çünkü Joe, kimsenin bilmediği fobimi bilmiş ve kendisinin gelecekteki Doruk olduğunu söyleyen adamsa sadece Doruk ve benim aramda olan küçükken verdiğimiz “her daim birbirimizi koruma ve yanında olma” ikiz sözümüzü biliyordu. Doruk’la aynı anda “ikiz sözümüzü biliyor” dedik ve yutkunduk. Uzay;

-İnanmaya başladığınızı bakışlarınızdan anlayabiliyorum, bu yüzden hemen size olanları anlatmaya başlayacağım:

Başka Gezegenler

On yıl önce dünya dışındaki canlılarla iletişime geçmeyi başardık. Uzaylılar diye adlandırdığımız canlılar dünyamızı ziyarete geldi. Vücutları genel olarak normal insan vücudunu andırıyordu. Elleri ve ayaklarının sekiz parmaklı olması, üç tane gözlerinin olup burunlarının küçük, ağızlarının büyük olması gibi özellikleriyle insanlardan ayrılıyordu. Ha bir de, toz pembe renginde ten renkleri vardı. Kendi türlerine “Kropolos” diyorlardı. Kropolos’ların icat ettikleri bir alet sayesinde anlaşabiliyorduk. Buraya geldiğimiz zaman makinesi de onlara ait. Anlayacağınız teknolojileri bayağı ileri ve bizler dışında iletişime geçtikleri bir sürü gezegen var. Bu gezegenlerden dost oldukları da vardı, düşman oldukları da. Düşmanlarından “Aktülorlar”, Kropolos’ların yarı dost yarı düşman oldukları “Gühersalar” ile ilgili olan çok önemli bir belgeyi çalıp geçmişe yani bu yıla getirip dünyadaki bir apartman içine saklamışlar. Bu bilgiyi Aktülorlar’ın ajanını yakalayıp öğrendik.

Aktülorlar belgeyi çaldıktan sonra zaten Kropoloslar’ın yarı düşman olduğu Gühersalar’ı iyice kışkırtmışlar ve istediklerini başarmışlardı. Şu an Kropoloslar ve Gühersalar savaş eşiğinde, Kropoloslar’la dost olduğumuzdan bize de savaş açmış oldular. O belgeyi bulup Gühersalar’a vermezsek resmen savaş çıkmış olacak. Dünyada şu an olağanüstü diyebileceğimiz karmaşık bir durum var ve çok gizli bir şekilde bu geçmişe gelme olayı yürütülüyor.

Şaşkınlıktan gerçekten ağzım açık kalmıştı. Ne diyeceğimi ne düşüneceğimi bilmiyordum. Doruk da öyleydi. Yüzünden belliydi. Tekrar başlamıştı ne yapacağını bilememe durgunluğu. Ama Doruk erkenden toparlandı ve “gerçekten berbat bir durum bu, kırk yıl düşünsem dünyanın başına böyle bir şey gelebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Kahretsin! Peki şimdi ne yapacağız ve bizden ne istiyorsun gelecekteki oğlum?”

– Sizden bana yardım etmenizi istiyorum. Aktülorların ajanından öğrendiğimize göre burada Ankara’daki bir apartman dairesine saklamışlar belgeyi. Joe’ya dönüp: “Joe, ajanın hafızasındakileri gösterir misin?” diye sordu.

“Hafızasındakiler mi? Vayy be, teknoloji o kadar ilerledi mi? Diye sordum hayretle. Sonra işin ciddiyetinin farkına varıp: “ee şey, yani bayağı işe yarar bu hafızasındakileri bilme işi” dedim başımı kaşır gibi yaparak. Uzay gülmemek için kendini zor tutarak:

-Hiç değişmedin biliyor musun hala? Mimiklerin, başını kaşır gibi yapışın bile aynı. Ve kendimden küçük birine hala demek o kadar garibime gidiyor ki, ciddi kalamıyorum” dedi sırıtarak.

Komik miydi bakışı atarak:

-Valla kendimden iki yaş büyük birinin de bana hala demesi o kadar tuhafıma gidiyor ki, bir de kıs kıs gülünce ayrı bir sinirimi bozuyor. Şu işi bitirene kadar bana Güneş de lütfen.  Dedim gözlerimi büyüterek.

Araya Doruk girdi:

-Güneş, gelecekteki çocuğum ne yapacağımızı anlatsa da hayırlısıyla halletsek şu işi, zaman kaybetmemeliyiz. Belki de ölmek üzereyizdir gelecekte.

Gözümü devirip “Uzay neyse hemen anlat sen” dedim.

Uzay Joe’ya tamam der gibi kafa salladı ve Joe’nun gözlerinden görüntüler çıktı. Görüntülerde apartmanın resmi, sitenin dıştan görünüşü, daire ve belgeyi nereye sakladıkları gözüküyordu. İzledikten sonra:

-Olamaz yaaa, burası Bilge’nin evi. Dedim göz devirerek. Doruk da kusma taklidi yaptı Bilge deyince. Uzay:

– Gelecekteki sizde görünce böyle tepkiler verdiğinizden Bilge’nin kavgalı olduğunuz kız olduğunu biliyorum Güneş. Doruk:

– Bizden Bilge’nin evine girmemiz için yardım istiyorsun di mi? O aşırı ileri gerizekalı ! kızın evine, dedi isyan eder birşekilde.

Uzay:

-Tam onikiden vurdun, o dosyayı oradan almamız şart. Siz olmazsanız burada ne yapacağımızı, oraya nasıl gideceğimizi bilemeyiz. Lütfen yardım edin.

Doruk’la birbirimize baktık. Dünyanın sonu resmen bizim elimizdeydi. Uzay; “ yardım edecek misiniz?” diye sordu yarı endişeli bir şekilde. Ayağa kalktım ve “üzerimizi değişelim, on dakikaya evden çıkıyoruz, Bilgeler’in evi çok uzakta değil, hadi halledelim şu işi” dedim. Uzay, bir rahatlamayla kendini koltuğa yasladı, “tamamdır, teşekkür ederim” dedi.

Hazırlanıp aşağı indiğimizde gözüme Joe çarptı. “Yalnız, Joe’yu sokakta öyle gezdiremeyiz, insanların merakı yüzünden sokakta doğru düzgün yürüyemeyiz bile”.  Biraz düşünüp “ çantama girer mi ki” diye soruverdim. Joe:

-Benlik bir problem yok Güneş, nasıl istersen. Ama oraya gidince beni çıkartmayı unutmayın!

dedi. Gülümseyip:

-Sen ne tatlı bir robotsun ya Joe, unutur muyuz seni hiç, meraklanma, hadi hemen çantaya gir de çıkalım.

Takside Doruk annemle konuşuyorken birden Uzay’ın bileğindeki şey ötmeye başladı. “Napıyorsun, sustursana şu aleti!” dedim. Uzay, birkaç yerine bastı ve çantamla bileğini kapatarak bileklikten çıkan yazıları okudu. Okuyunca yüz ifadesi birden değişti. Ekranı kapattı ve bana döndü (yüzü UFO gören masum köylü gibiydiJ): “Aktülorlar geçmişe geldiğimizden şüpheleniyorlarmış ve her an kontrol amaçlı gelebilirlermiş. Dünyadakiler onları oyalıyorlarmış” dedi fısıltıyla ve yutkundu.

“Nee!” dedim biraz bağırarak. Doruk telefonu kapatıp “noluyor yaa” dedi anlamayarak. “Bir bu eksikti” diye söylendim ve Uzay olanları babasına da anlattı. Doruk söylenirken taksiden inmiştik.

Bilge’nin Evinde

Şimdi, Bilge’nin evine nasıl gireceğimizi kara kara düşünüyorduk. Yirmi katlı, kırmızı grili bir apartmanın on sekizinci katında oturuyordu. Binanın yanındaki banklarda oturup düşünürken Bilgeler apartmandan çıktılar. Doruk’la Uzay’ı susturup sessizce gözlerimle onları işaret ederek “gidiyorlar” dedim. Bilge ailesiyle tartışıyordu. Annesiyle babası olmaz dedikçe O sinirden kıpkırmızı oluyordu. Bu görüntü her türden hoşuma gitmişti. Rahatça evlerine girebilecektik ve Bilge’nin yüzünü böyle görmek içimin yağlarını eritmişti. Durum böyle olunca bizi görmeden arabalarına bindiler ve siteden çıkmalarını bekleyene kadar binaya girmedik.

Şansımıza binaya taşınanlar olduğundan binanın kapıları açıktı. Uzay her salise bir yerlere ya da insanlara bakıp “ne ilginç” diye söyleniyordu. En sonunda “Uzay sussana artık, millete bön bön de bakma, dikkat çekiyorsun!” dedim. Bilgelerin dairelerinin önüne geldiğimizde ben Joe’yu çantamdan çıkarırken Uzay, elindeki bir aletle kapıyı açtı ve içeri girdik. İz olmasın diye elimize eldiven (Uzay’ın ısrarıyla), ayağımıza da galoş giydik. Uzay:

“Ajanın hafızasındakilere göre banyodaki karoların içine saklamışlar belgeyi”.  Doruk;

-“Karonun içine mi? Valla hehal olsun, nasıl becermişler?” dedi. Ben de “pes doğrusu” diye ekledim. Joe gözleriyle yeri taradı ve bir karo parçasını havaya kaldırdı, Uzay da altındaki belgeleri alıp kontrol etti. Ben Joe’nun yaptıklarına şaşırırken Doruk “vay bee” dedi. Der demez Uzay’ın gülen yüzü düştü. Kaşlarını çattı ve parmağını dudağına götürüp “şşşhh” dedi. Sanırım bir şey duymuştu. Belgeleri çantasına koydu ve içinden tabanca gibi bir şey çıkardı. Ardından banyodan çıkıp salona doğru yürümeye başladı. Joe da karo parçasını yerleştirip peşinden gitti ve bize “burada kalın” dedi. Tabii böyle deyince daha da meraklandık. Ve ben tuvalet spreyini Doruk da sıvı sabunu eline alıp odaları gezmeye başladık. Yatak odasında bir şey yoktu, Doruk’un baktığı odaya giderken mutfağa giden Joe ve Uzay’ın arkasında üç bacaklı kızıl tenli yürüyen şeyler gördüm. Kesin Aktülorlar’dı.

Korkunç gözüküyorlardı. Bağırmamak için kendimi zor tuttum ve benşmle birlikte onları gören Doruk’un ağzını kapattım. Ardından kolundan çekeledim ve mutfağa dorğu yürümeye başladık. Uzay o yaratıklarla konuşuyor, belgenin kendisinde olmadığını söylüyordu. Yaratıklar tükürür gibi birşeyler söylemeye çalışıyordu ancak zerre anlamıyorduk. Spreyi bırakıp cam süs eşyasını elime aldım. Diğerini de Doruk aldı. Birbirimize baktık ve aynı anda kafalarına vurduk. Korkudan yüreğim ağzımda atıyor gibiydi. Ama yapmıştık bir kere.

Yaratıklar sersemleyip arkalarını döndüler, biri yine tükürür gibi olan konuşmasını yaptı ve tam üzerimize atlayacaklarken Uzay tabancaya benzeyen şeyle onları vurdu, yere yığıldılar. Ardından küçücük oldular. Karınca boyutundalardı. Kalbim hala deli gibi atıyordu. Doruk “ onlar neydi be” dedi gözlerini büyüterek. Uzay’la aynı anda “Aktülorlar” dedik. Uzay hafifçe tebessüm etti ve “hayatımı kurtardınız, size ne kadar teşekkür etsem az” dedi. Sonra cam kavanoz gibi ufak bir şeye karınca boyutundaki Aktülorları koydu. “ohh be, ucuz kurtulduk, hem önemli değil, sen de bizimkini kurtarmış oldun, yoksa ayvayı yemiştik” dedim. Ardından biraz arkaya giderek etrafa bakındım ve olduğum yerde kalakaldım.

Bilge’nin abisi elindeki poşeti yere düşürmüş, çatık kaşlarla bize bakıyordu.İçimden milyonlarca kez “yandık” diyordum. Ya Rabbim, nasıl bir gündü bu? Tekvando bilmeme şükrederek öne savruldum ve abisini bayıltabilecek hareketi doğru yapmaya dua ettim.

Bilge’nin abisini bayıltabilmiştim. Evet , başarmıştım. Ancak sonrasında ne yapacağımıza dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Bugün nöronlarım izne çıkmış olmalıydı. Benimle aynı fikirde olan Doruk:

-“Valla helal olsun Güneş, bayılttın 1.90 çocuğu ancak sonrasını hiç düşündün mü güzel kardeşim?” dedi.

Tam ağzımı açmış bir şeyler söyleyecektim ki Joe aramıza girdi: “hiç önemi yok, hatıralarından deminki anıyı silebilirim” dedi. “Kahramanımsın Joe” deyip gülümsedim, gittikçe Joe’ya kanım ısınıyordu. Bilge’nin abisini odasına götürdük, Joe hafızasındaki o anıyı sildi. Sonra da kırılan süs eşyalarını eski haline getirdi. Ben ve Doruk, hayretle Joe’nun yaptıklarını izliyorduk. Çok vakit kaybetmeden eve geri döndük.

Bugün Allah’tan annemler arkadaşlarıyla buluşacaktı, ev boştu. Kendimizi koltuklara attık ve derin bir oh çektik. Ne gündü ama! Hala aklım almıyordu. Uzay ayaklanmaya başlayınca gitme vakitlerinin geldiğini anladım. Onları çok tanımamama rağmen gitmelerini bir yanım hiç istemiyordu. Kan çekmişti sanırım. Joe’ya da ayrı bir ısınmıştım. Hepimiz ayağa kalktık, ayrılık vakti gelmişti. Biraz durduk birbirimize baktık, ardından Uzay’a sarıldık ve Uzay kulağıma “ çok iyi bir hala olacaksın, biliyor musun?” diye fısıldadı. “Tahmin edebiliyorum, yani sonuçta ben hala oluyorum” canım dedim şakaya vurarak.

Ayrılık Vakti

Doruk’la Uzay sarıldıktan sonra Doruk: “Allahım, kendimden büyük oğluma sarılıyorum, şaka gibi” dedi ve kahkalarla güldük. Uzay: “ha bu arada söylemeyi unutuyordum, gelecekteki sizlerin size selamı var, ve gelecekteki Güneş’in en son söylememi istediği bir şey var”.

“Neymiş” dedim merakla.

“Joe, senin robotun Güneş, gelecekteki sen onyedi yaşındaki halinin kendi tasarladığı robotu sevip sevmeyeceğini merak etti de, benden tavırlarını izlememi istedi”.

“Gerçekten mi? Joe’yu ben mi tasarladım? Ne güzel tasarlamışım, baksana”  dedim ve Joe dahil herkes güldü. Ardından ekledim:

“Sevmez miyim Joe’yu yaa, çok şeker bir robot” dedim yanına gidip. Ufak bir gülmenin ardından Doruk benim yerime davranıp “aa durun gitmeden önce fotoğraf çekilelim” dedi. Selfie çektikten sonra bize zaman makinesini gösterdiler. Yusyuvarlak lacivert bir makineydi. Bahçede görünmezlik özelliği sayesinde şeffaf bir renkte onları bekliyordu. Daha sonra makineye bindiler ve bir anda gözden kayboldular.

Gerçekten bugün olanları aklım almıyordu. Klasik bir Pazar günü olarak başladığımız günü, bir bilim kurgu filmi şeklinde bitirdik. Şaka gibiydi. Hayatımda asla unutamayacağım bir gündü.

Bir süre daha Doruk’la bugün hakkında konuştuk ve çikolatalı sütlerimizi yudumladık. Film izlerken kurtardığımız dünyayı düşünüp ikimiz de uyuya kaldık. Hayatımın en huzurlu uykuya dalışıydı…..

28 Aralık 2017 Perşembe

Green Card Süreci ve Amerika Vizesi Alıp Ülkeye Yerleşme Hikayem

Bu yazı, Green Card talihlisi bir arkadaşımın yaşadıklarını anlatıyor. Çekilişe başvurma, kabul edilme, Amerika vizesi alma, evlenip Türkiye’deki işini bırakarak Amerika’ya yerleşme hikayesi. Kendisine yazı için teşekkür ederim…



Öncelikle bana, tüm süreç boyunca içimde birikenleri içtenlikle paylaşma imkanı veren sitemize teşekkür eder, sonrasında da anlatacaklarımda kendiyle alakalı neler olabileceğini düşünenler için durumumu özetlemek isterim. Bu konuda hiçbir şey bilmeden yola çıkıp green card ı basım sürecine girmiş biri olarak yardım edebileceğim bir konu olursa ne mutlu bana çünkü ben de her şeyi internet siteleri yardımıyla hallettim.


Green Card başvurusu ve kazanınca yapılması gerekenler

Kasım 2015 tarihli başvurum ile Div-2017 talihlisiyim, Ağustos 2016’da DS-260’da bekar olarak çekilişe başvurdum, Mart 2017’de görüşmeyi bekar olarak yaptım, vizem onaylandı, sonra hemen arkasından evlendim, soyadımı koruyarak ilave Osmanin soyadını aldım, pasaportumu değiştirmedim, Nisan 2017’de tekrar görüşmeye bu sefer Osmanla gittik (Osmanin yurt dışı geçmişi olduğundan bir de ilave başka ülkeden sabıka kaydı işlemlerimiz oldu ayrıntıları aşağıda vereceğim), vizelerimiz onaylandı, 26 Temmuz’da da ilk girişimizi New York’tan birlikte yaptık, ben Elektrik-Elektronik Osman Elektronik-Haberleşme Mühendisi, Türkiye’de haberleşme sektöründe çalışıyorduk, yine telekomünikasyon üzerinden iş aramaya devam ediyoruz, Osman Amerika’dan dönmedi, Philadelphia’da green card’larımızı bekledi, 1 hafta içinde SSN kartı geldi, ben halen Türkiye’deki işime devam ediyordum, iş durumlarımıza göre nihai şehrimizi belirleyecektik. Özellikle görüşme öncesi-sonrası medeni durum değişikliği ve bu süreçteki yazışmalar hk bilgi almak isteyenler olursa yardımcı olmak isterim çünkü ben en çok bu konuda sürekli bir endişe halindeydim J

Tüm macera şezlongda güneşlenirken radyoda green card başvuruları 3 gün sonra sona eriyor haberini duyan abimin arayıp da bak bakalım nasıl bir seymiş, çakalım birer başvuru bu demesiyle başladı. Halbuki, öncesinde konuya dair ne bilgimiz, ne de merakımız vardı J

Kasım 2015 ‘te Div-2017 için ben ve birkaç arkadaşım başvurduk, bekardım, Mayıs 2016 ‘nin sonlarında “Aa böyle bir şey vardı” diye aklıma geldi (halen bilmeyen varsa çekiliş sonuçları size mail olarak gönderilmiyor, bilfiil giriş yaparak kontrol etmelisiniz) ve sisteme girdiğimde karşıma çıkan yazıda “You have been randomly selected for further ..” şeklinde bir açıklama bulunuyordu. Hemen arkadaşlarıma haber verdim ve onların da kontrol etmesini istedim ancak başka hiç kimsede böyle bir bildirim yoktu. Çekilişi kazanmış olabileceğimi o zaman düşünmeye başladık ve sonrasında çeşitli forumlar ile ev sahibi sitemiz üzerinden olaya dahil olmaya başladım.

Ağustos 2016 ‘da DS-260 doldururken bekardım ve henüz evlilik ile alakalı bir durumumuz yoktu. Açıkçası form doldururken dahi halen “Şimdi çıktı mı ki bana” diye düşünüyorduk, sonraki araştırmalarımızdan anladım ki çok aykırı bir durumunuz yoksa çekilişten sonraki dönem tamamen bürokrasi demek. Benim numaram 2017EU13… şeklindeydi, Ocak 2017’de 1 Mart için randevu maili geldi. Halen görüşme olmadan işin kesinleşeyeceğine inanamadığımızdan yine evlenmedik, ben görüşmeyi bekar olarak yaptım. Evraklar için bankada para, son 6 ay maaş bordrom, hesap hareketlerim ve sahibi olduğum evin belediyeden ederini gösteren bir belgeyi toplamaktı en çok dikkat ettiğim, diğerleri Ankara’daki sağlık kontrolü ve nüfusa ait bilgilerdi. Görüşme çok rahat geçti ve meşhur sarışın yabancı hanım sadece hal hatır sorarak vizemi onayladı. Hemen orada yakın zamanda evlenmeyi düşündüğümüzü, bu konuda ne yapmamız gerektiğini sordum. Türk bir başka görevli açıklamada bulundu. Çok vakit kaybetmeden nikahınızı yapın ve yeni nüfus örneğiniz ile evlilik cüzdanınızın örneğini gönderin bize dedi.

Artık işler kesinleştiği için 3 hafta içinde nikah işlemlerini hallettik. Bu arada artık yıldırım nikahı diye bir şey yokmuş onu da öğrendik :)) Evraklarınızı ve sağlık raporunuzu verdikten sonra memurun uygun olduğu her an nikah kıyılabiliyor. Nikah sonrası 1 hafta içinde nüfus bilgilerimiz güncellendi ve yeni kayıt örneği ile evlilik cüzdanı fotokopilerini konsolosluk sitesindeki soru formu (https://tr.üşembassy.gov/tr/visaş-tr/contact-immigrant-visa-section-tr/) üzerinden iletmek istediğimizi bildirdik. Bize “Kargo ile gönderebilirsiniz” dönüşünü yaptılar. Konsolosluğa ait kurye servisi üzerinden ücret ödemeden ben üzerinde vize basılı olan bekarlık soyadımın olduğu pasaportumu geri gönderdim. Bu süreçte en çok ortada kaldığımız konu benim pasaportumu değiştirip değiştirmemem gerektiği oldu. Nikahtan sonra kendi soyadımı koruyarak Osmaninkini de almıştım ama hem işlemlerin bir an önce hallolmasını istememiz hem de üzerinde vize basılı olan pasaportun iptalinin herhangi bir sıkıntıya yol açması ihtimaline karşın ben pasaportu değiştirmeden geri gönderim konsolosluğa. Sonrasında takribi 10 gün sonrasına tekrar görüşme için mail aldık. Osmanden DS-260 üzerine sadece nüfus kayıt örneği istendi, herhangi bir mali bilgi istenmedi, hemen çok hızlı bir sağlık raporu aldı ve beraber görüşmeye gittik.
Bizim nikahımızı benim vizemin onaylanması sonrasında yapmış olmamız, görüşmede ilişkinin ispatı için belge talebi ve sorularla karşılaşmamız anlamına geliyordu maalesef. Çünkü bu işi para karşılığı yapan çok kişi varmış!.. Yaptığımız araştırmalarda ve önceki senelere ait okuduğumuz tecrübelerde sürekliliği olan bir ilişkimiz olduğunu hem bir takım fotoğraf, mail, mesaj gibi belgeler hem de görüşme sırasındaki soracakları sorulara vereceğimiz cevaplarla kanıtlamamız gerektiği yazıyordu. Bu yüzden hem farklı zamanlara, seyahatlere, gezmelere, ortamlara ait birlikte olduğumuz fotoğrafları hem de bilumum kız isteme, yüzük takma, nikah gibi ailelerin dahil olduğu fotoğrafları bastırdık. Ayrıca ben aramızdaki sohbetleri gösterir mail ve mesajların da çıktılarını alarak dosyaya ekledim. Görüşmeye elimizde fotoğraflar, çıktılar, parmağımızda yüzükler ile sağlam bir heyecanla girdik. Ancak ne o bütün kendimizi çapraz sorguya hazırlayışımıza ne de tanışmamız ve özellikle son 1 yıl içindeki görüşmelerimiz hakkındaki farklı şeylerden bahsetmemek adına pratik yapışlarımıza gerek kalmadı. Yine sarışın sempatik yabancı hanımla karşılaştık, beni evraklardan hatırladı, şöyle bir bize baktı, “Ooo hayırlı olsun” dedi, sadece “Nasıl tanıştınız” diye öylesine bir sordu, biz de birbirimize sen mi anlat ben mi anlat diye bakarken birkaç kelime söyledik ve Osmane “Sağ elinizi kaldırabilirsiniz” diyerek bütün o bekleyiş mutlulukla sonlandı =) (dipnot: benim vizem benden kaynaklı bir değişiklik sebebiyle iptal edildiği ve tekrar basıldığı için bir 330$ daha verdim)

Bir tek ilk evrakları teslim ettiğimiz yerde farkettik ki bir konuyu atlamışız; Osmanın Azerbaycan’da 3 yıl yaşamışlığı olduğundan oradan da bir adli sicil kaydı gerekiyormuş (1 yıldan fazla başka ülkede yaşamışsanız bu evrak isteniyor, biz onu gitmeden önce sanki son 1 yıl gibi algılamışız o yüzden bu belgeyi almamıştık) bu yüzden Osmana AP (Administrative Processing) verildi ve belgeyi temin etmesi istendi. Görüşme sonrası benim yine 1 hafta içinde pasaportum geldi. Azerbaycan’dan evrağın temini için oradaki konsolosluğa onların dilinde başvuru gerekiyordu, arkadaşları yardımcı oldu. Ancak verilen cevabın ya İngilizce olması ya da yeminli tercüman ile çevirisinin olması gerekiyor, bu önemli bir ayrıntı. Evrak git-gel işlemleri sonrasında yine konsolosluk kurye servisi üzerinden gönderdik ve Osmanin de vizesi onaylı pasaportu elimize ulaştı.
Bütün bu işlemler tamamlandıktan sonra benim kalan tek endişem üzerinde sadece bekarlık soyadım olan pasaportla ülkeden çıkışta ve Amerika’ya girişte sorun yaşamamak oldu. Bu konuda Osman hava limanı güvenliği ile görüştü ve ben de konsolosluğa soru formu üzerinden yazdım. Güvenlik sorun olmayacağını, ihtiyaten evlilik cüzdanını yanımda bulundurmamın yeterli olacağını söylemiş. Konsolosluk da kabaca çok isterseniz gönderin iptal edelim, bir 330$ daha alalım basalım yeni vize ama sorun yaşamayacaksınız şeklinde bir dönüş yaptı. Ben de kapılardan geçene kadar bu endişeyi üzerimde taşıdım açıkçası. Bu konuda ne ülkeden çıkışta (bu arada pasaport bilet uyuşmazlığı gibi bir durum olur diye biletimi de kendi soyadım ile aldım) ne de Amerika’ya girişte sorun yaşamadık. Şimdiki yeni merakım green card ların nasıl geleceği yönünde. Bakalım orada soyadımı ekleyecekler mi heyecanla bekliyorum.

Biz ülkeye JFK ‘den New York ‘tan girdik. THY ile direkt uçtuk, Terminal 1’ e indik ve çok da yoğun olmayan bir sıra ile yaklaşık 25dk sonra pasaport kontrol memurunun önündeydik (burada daha kısa zamanda memura ulaşmak istiyorsanız uçağın ön taraflarını tercih edebilirsiniz). Memurun yanına işlemlerimizin ortak olacağını düşünerek birlikte gittik (aileler belki de hep bu şekilde yapıyordur tam bilemiyorum ama bizimkisi acemilik kaynaklı bir kararsızlıktı sanırım). Başvuruda yazılı adresimizi değiştirmemiz gerekiyordu. Siz de böyle bir şey yapacaksanız memur işlemlere başlamadan hemen söyleyin biz o anki korkumuzdan biraz geç söyledik, kızmadı ama keşke baştan söyleseydiniz dedi. Evraklarla ilgili başka ekstra bir durum olmadı. Green Card için bir odaya alarak işlem yapacaklarını düşünüyorduk ama direkt gişede parmak izlerimizi alarak geçirdiler. USCIS ödemelerimizi gitmeden yapmıştık, birkaç gün sonra sistemde açtığım hesabıma baktığımda yeni adresin oraya işlenmiş olduğunu gördüm.

Ben birkaç gün New York’ta kaldıktan sonra geri döndüm (Otel yerine airbnb tercih ettik ve gayet memnun kaldık, bu yeni oluşumu destekliyorum ve tavsiye ediyorum. Seçim yaparken süperhost olmasını gözetmeniz ve yorumları iyi okumanız doğrultusunda bir problemle karşılaşacağınızı zannetmiyorum, Osman yeni yerinde de airbnb üzerinden ayarladığı bir yerde kaldı), Osman Philadelphia’da kartları bekledi. Green card gelmeden SSN başvurulmaz gibi bir algımız vardı bizim meğer öyle değilmiş. Çeşitli koşuşturmacalardan bu konuda ayrıntılı araştırmamışız, atlamışız. Bilseydim ben de oradayken SSN için başvururdum. Osman Pazar günü geçti yeni yerine, Pazartesi başvurdu, 3 gun ıcınde gelmiş kartı gayet hızlı bir şekilde. Aynı hızı green card lardan da bekledik ve onlar da çok fazla sürmeden Osmanın eline ulaştı =)

Sonra ne mi oldu? E sonrası da gelecek elbette, beklemede kalın ve aklınızda bu konu hakkında merak ettikleriniz varsa lütfen çekinmeden sorun,

Tüm vizesini alıp yerleşen, süreçleri devam eden ve bu konulara dahil olmak isteyenler için her şeyin çok güzel olmasını dileriz,

Sevgiler

Didem

6 Mart 2017 Pazartesi

Atatürk ve İki Çocuğun Yaşanmış Hikayesi

Sene 1934

Milli Eğitim Bakanı Zeynel Abidin Özmen’in kapısı çalınır. Giriniz dendikten sonra içeriye Atatürk’ün yaveri ve beraberinde iki çocuk makama girer. Yaverin elinde bir mektup, bakana uzatır. Mektup Atatürk’ten…



İçeriği kısaca yaverin yanındaki iki çocuğun bakanın uygun göreceği bir lisede parasız yatılı olarak kayıt edilmeleri. Atatürk’ün bu emri üzerine bakan Abidin Özmen, orta öğretim genel müdürünü çağırtır ve gerekli yönergeleri verir: “Bu iki çocuğun evraklarını alın, çocukları Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırın ve her ikisi için üçer yıllık paralı yatılı makbuzu hazırlayıp ödeyen kısmına Atatürk yazın. Emirleri yerine getirilen bakan kısa bir mektup yazar ve yaverle birlikte Atatürk’e yollar. Mektubun içeriği şöyledir:

“Muhterem Atatürk, yaveriniz ile göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi birisi bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi’ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum…”

Mektubu alan Atatürk Başbakan İsmet İnönü’yü arar ve:

“Senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı!” der. Bu beklenmedik telefon üzerine İnönü özür diler. Atatürk:

“Yok !” demiş, “Özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve gösterebilse…”

Medeni Cesaret!

Bu medeni cesaret kime gösterilmiş? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk… Devlet ödeneğinden cüzi bir miktar ile çocukların ödeneğini karşılayabilirdi oysaki. Ama bunu yapmak yerine çok zekice bir cevapla çocukların parasını Atatürk’ten alıyor. Günümüzde bunu kim yapabilir?

Yazar Hakkında

Kişisel blog tadında çok yazarlı blog projesi olan ParlakJurnal sitemizde her türlü konuda günlük yazılar yazıyoruz. Sizleri de bekleriz efendim.

Bu yazı misafir yazar tarafından yazılmıştır…

27 Şubat 2017 Pazartesi

Siz, Sizken Güzelsiniz

Kızım Zeynep’in empati ile ilgili kısa hikayesi.. Bu sayfalara ilk kez konuk oluyor. Her ne kadar bu hikayesini doğaçlama ve hızlı yazdığını ve beğenmediğini söylese de sonrası gelecek galiba.. Ama ben beğendim ve devamının geleceğini biliyorum. Ben O’nun yaşında böyle yazamıyordum, demek ki beni geçecek ve daha iyi olacak 🙂



Her sabahki rutinim gibi gene alarm zoruyla gözlerimi az da olsa açmayı başarmıştım. Fakat bu sabah kendimi çok farklı hissediyordum. Ne bileyim sanki başka bir bedendeydim. Gece üçte yatmanın sersemliğidir diye düşünüp gözüm yarı açık yarı kapalı bir şekilde lavabonun yolunu tuttum. Yüzümü acilen yıkamam gerektiğinin farkındaydım. Işığı açıp aynanın karşısına geçtiğimde hiç yaşamadığım, yaşayamayacağım bir şok geçirdim. Dedim, tamam anlaşıldı, delirdim, en yakın deliler hastanesi ne taraftaydı acaba? Yüzümü soğuk suyla yıkadım, yıkadım. Gözümü en az elli kez açtım kapadım, ı-ıh. Hiç bir faydası yoktu. Çıldıracaktım. Karşımda gördüğüm yüz, beden benim yüzüm ve bedenim değildi: ABLAMINDI.

Şu an ne yapacağımı, ne düşüneceğimi hiç ama hiç bilemiyordum. Kendimi Everest’e parmak arası terlikle tırmanıyor gibi hissediyordum. Durum o kadar vahimdi. Aklıma en yakın arkadaşım Ceyda gelmişti. Evet, evet o bana akıl verebilirdi. Sonuçta o benim zor zamanlarım için ikinci beynimdi. Hemen Ceyda’ya ulaşmak için telefonumu aramaya koyuldum. Yalnız, telefonu bulduğumda jetonlar tek tek düşmeye başlamıştı bende. Ben tamamen ablam olmuştum. Her şeyiyle…Sadece zihnim farklıydı ve bunu biliyordum. Telefona (ablamın) gelen mesajla irkildim. Mesaj okul müdüründen idi. Cuma günü olacak veli toplantısını bildiriyordu. Birkaç saniye mesajla bakıştıktan sonra acı gerçek yüzüme yapışıverdi. Ablam Türkçe Öğretmeni idi. Ve O’nun yerinde ben olduğum için okula “BEN” gidecektim. Şaka gibi.. Ben okuldan kurtuluyorum derken bu neydi? Ben böyle söylenirken gözüm saate takıldı ve dersin başlamasına yaklaşık yarım saatin kaldığını görünce, şarjın %1 olduğunda prize takmak için verilen o hızlı mücadele gibi alelacele hazırlanıp evden çıktım.

Okula vardığımda arabadan beri söylendiğimden çenem ağrımıştı. Aslında ne kadar öğretmenliğin ö’süne dair hiçbir şey bilmesem de eğlenceli olabilirdi ya. Valla böyle mini mini falan. Ama ablam 8. sınıflara giriyordu. Hiç de mini değiller yani. Ayrıca 8 demişken aklıma TEOG geldi ve düşüncesi bile beni yordu. Ah anılar…Neyse ben böyle konuşurken sınıfa girmiştim bile. Benim girmemle herkes susup ayağa kalktı. Hımm..Güzel, sevdim, aferin ben girdim yani, tabi kalkın canım. İçim bunları derken dışım ise “Teşekkürler kalktığınız için, oturabilirsiniz” demişti. Sonra hiç bir şey bilmediğim aklıma gelince, öndeki tam öğretmenlerin istediği, tüm kitapları sırada hazır ve her an size 51. Bölge’ye kadar açıklamada bulunabilecek inek tipindeki kıza “en son nerede kalmıştık canım?” diye sordum. “Canım”ı da ihmal etmedim, belirtmek isterim. Bana “en son tekrar edecektik fiilimsileri öğretmenim” dedi. Oh iyi, benim bildiğim yerden gelmişti. Fiilimsileri olabildiğince en iyi dille anlatırken çok da güzel gidiyordu, arkadaki dolap kenarında olan erkek ikiliden acayip fısıldaşmalar gülüşmeler geliyordu. Bir kez uyarmıştım. Eveet, bu iki oldu. Sinirlerim gerilmeye başlıyordu. Her şeyim bitti, hiç bir sıkıntım yok, bir de bu iki haylazla uğraşacaktım, oldu, başka? “Beyler” diye araya girdim, bir anda susuverdiler. “Öğretmen power adına” diye içimden geçirdim. Ablam bağırmıyor muydu bunlara? “Bu iki oldu, ayrıca bir daha görürsem yazıştığınız kağıdı kulağınıza sokarım, ona göre” deyip çok masum güldüm. Gıkları çıkmadı. İşte şimdi eğlenceli olmaya başladı bu iş. Yaşasın kötülük. Biraz daha anlattıktan sonra son 20 dk kala defter doldurma bahanesiyle azıcık oturdum. Topuklu ayakkabılarla olmuyor böyle. Tam karalamam bittiğinde ise o konuşanların öndeki ikiliyi de aralarına alıp yine konuşmaya başladıklarını gördüm. Tam bir şey demeye hazırlanırken inek kız “hocam ödevlere bakmadınız” dedi. Aha, şimdi yaktım çıralarını. Çünkü herkes kıza saldıracak gibi bakıyordu. Açıkçası bakışlarından ben bile korktum. En arkadaki haylazlardan başladım. İnat değil mi? O ikili ödevlerinin hiç birini yapmamıştı ve utanmayıp gülüyorlardı üstelik. E ben de duru muyum? Önce aklıma dövsem bunları acaba nolur diye değişik fikirler geçti ama yok benim başım belaya girerdi, yani ablamın. “Dışarı” diye çığırdım. Hiç beklemiyorlardı, alaca geyik gibi bön bön bakıyorlardı. “Yaa gördünüz mü” demek geçse de içimden demedim tabii. “Sizi ben kaç kere uyardım, acaba beni duyabiliyor musunuz? Aaa hala bakıyor çıksana çocuğum diye tekrardan böğürdüm. Ben böğürünce çıktılar ama 5 dk sonra dayanamayıp içeri aldım. Herhalde böyle oluyordu. Sinirleniyorsun ama kızamıyorsun da. Neyse onca vukuattan sonra sıra ödev vermeye geldi. Ve kendi okul yıllarımı hatırladım. Bir kaç hoca dışında kimse bizi düşünmezdi, sanki sadece O bize ödev veriyormuş gibi yığardı ödevleri. O zaman kötü olurdum,  yetiştiremez sinirlerim gerilirdi bir insan bu kadar ödev verebilir mi diye. O yüzden azcık bir şeyler verdim. Sonuçta empati yapmak gerekliydi, temel esastı hatta. Keşke bazı hocalar da öğrencileriyle empati kurabilse. Su içmek, tuvalet ihtiyacı vs.

Ben bunları düşünürken nasıl olduğunu anlayamadan bir yerden düşüverdim. Hayır, merdiven falan değil yataktan. Evet bildiğimiz yatak. Hepsi bir rüyadan ibaretmiş. Rüyamda esinlendiğim şeyse bilim kurgu. İzlerken uyuya kalmışım da. Nasıl bir hayal gücüne sahipsem artık. Yani film uzay hakkındaydı, ben ne gördüm. Neyse zaten iyi ki ablam olmadım. Allah yazdıysa bozsun. Ben halimden memnunum.

Rüyamdan çıkardıklarımın bir kısmı;

Aslında öğretmenlik çok önemli ve güzel bir meslek. Keşke herkes bunu anlayabilip dikkat etse. Bir de insan kendi iken güzel. Başkalarının yerinde olmaya hiç gerek yok.  Siz, sizken güzelsiniz.


20 Ocak 2017 Cuma

Bilinçaltının Bilinmezlikleri

Bilinçaltının Bilinmezlikleri

Bilinçaltı, bilinç nedir? Ne kadar bilgimiz var, neler biliyoruz bilinç ve bilinçaltı ile ilgili, hiç düşündünüz mü? Daha çok bilgimiz olsa hayatımız ne kadar değişirdi?
Bizi yöneten hangisidir?

Zihnimizdeki bölümlerden biri olan bilinç ile başlayalım.
Bilinç, kavrayan, yargılayan ve mantık yürüten kısımdır. Bilinçli zihin eleştireldir. Problem çözerken daha çok sorgular. Bu da bazen kararsızlığa ve harekete geçmekte zorluklara sebep olabilir. Bilincimizi kullanarak yaşantımızda seçimler yaparız ama bilinçli zihnimizle yaptığımız bu kararlar, doğduğumuzdan bu yana ailemiz, arkadaşlarımız, çevremizden bize geçen düşüncelerdir. Aslında bilinçaltı tarafından kaydedilen yargılarla seçimlerimizi yaparız.



Bilinçli kısım zihnimizin %10’luk kısmını oluşturur. İşte asıl mesele burada başlar, doğduğumuzdan beri yetiştiğimiz ve büyüdüğümüz çevreden geçen düşünce ve yargılar bilinçaltımıza kaydedilir, işte bu yüzden bizi yöneten asıl şeydir bilinçaltı..
Bilinçaltı dediğimiz kısım zihnimizin %90’ını oluşturur, ama bilinçaltımızın önemi fazla bilinmiyor.

Peki nedir tam olarak bilinçaltı, neler yapar?
Bilinçaltı aslında bir arşivdir, doğduğumuz andan itibaren her şeyi kaydeder. Doğru-yanlış diye ayırt etmez. Kayıt ettiği sırada anlamsız olan bir şeye bile yaşantı ile bir anlam yüklenir ve kişinin buna bir tepki vermesi sağlanır.
Hayatımız nasıl? Mutlu muyuz, başarılı mıyız, sağlıklı mıyız? Eğer bunlardan bir ya da bir kaçında sorunumuz var ise bilin ki bilinçaltınızda bunlara sebep olacak kayıtlar vardır. Yani bilinçaltı arşivimizde hangi bilgiler mevcutsa ona uygun yaşamları yaşarız.
Aslında bilinçaltımızı ne kadar olumlu düşünce ile doldurursak o kadar sağlığa, mutluluğa ve başarıya kavuşacağımızı bilmemiz gerekiyor. Bilinçaltımız başaramayacağımıza inanırsa başaramayız.
Bilinçaltımız düşüncelerimiz ve alışkanlıklardan da sorumludur. Temel görevi kişiyi mutlu etmektir.
Bilim dergisi, Research Quarterly’de yayınlanan çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırmada basketbol oynayan öğrenciler üç gruba ayrılıyorlar. İlk grup 20 gün boyunca fiziksel antrenman yapıyor. İkinci grup hiç antrenman yapmıyor. Üçüncü grupsa 20 gün boyunca her gün zihinsel antrenman yapıyor, yani zihinlerinde hayali olarak topu tutuyorlar, paslaşıyorlar, atışlar yapıyorlar, başarılı bir maç çıkararak kazanıyor ve seyircinin alkış seslerini duyuyorlar.
20 günün sonunda her gün antrenman yapan ilk grubun performansında % 24‘lük bir artış oluyor, antrenman yapmayan ikinci grupta hiçbir değişiklik olmuyor. Zihinsel antrenman yapan üçüncü grubun performansında da % 23’lük bir artış oluyor. 3. Grup sadece zihinsel antrenman ile 1. grup kadar başarı sağlıyor. Yani bilinçaltı beş duyunun ve hayallerin etkili bir şekilde kullanıldığı bir senaryonun sürekli tekrarlanmasıyla, aslında gerçekleşmemiş şeyleri gerçekmiş gibi kabul etmeye başlıyor ve beyne bu sinyali gönderiyor. Çok enteresan değil mi?
Bazen bilinçaltına kaydettiklerimizden dolayı hep aynı hataları yaparız, aynı sıkıntıları yaşarız. Bilinçli zihnimiz bunun farkında olsa bile bilinçaltımız buna izin vermez. Sanki bilinçaltı, bilincin yöneticisi gibidir. Örneğin bilinçli zihnimizle sigarayı bırakmak isteriz ama bilinçaltımız kahve ile içilen sigaranın keyfini bize hatırlatır.
Bilinçaltımız bağışıklık sistemimiz ve hormonlarımızı da kontrol eder. Bu sebepten eğer sürekli karamsar, öfkeli ve stresli olursak hem bedensel hemde duygusal daha çok hasta oluruz.


Çok ilginç okuduğum bir yazıyı paylaşmak istiyorum;
1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi, aldığı şarapları İskoçya’ya götürmektedir. Bir limanda yükünü boşalttıktan sonra, çalışan denizcilerden biri soğuk hava deposuna girer ve içeride kapalı kalır. İçeride kalan denizci, var gücüyle bağırır, ama kimse duymaz. O sırada şilep tekrar yük almak için hareket eder. Mahsur kalan denizcinin açlıktan ölmeyeceği kadar yiyecek vardır depoda. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Ölüme kadarki süreci yazmaya başlar, vücudunun soğuktan nasıl uyuştuğunu, el ve ayaklarının nasıl hissizleştiğini, soğuğun dayanılmazlığını çakısı ile depoya birbir yazar. Şilep tekrar başka bir limanda demir attığında, kaptan depoyu açar ve denizcinin cesedini görür. Çakısı ile yazdıklarını okur ve çok şaşırır. Çünkü soğuk hava deposunda götürülen şarapların 18 derecede taşınması istenmiştir. Yani soğuk hava deposu çalışmamaktadır. Aslında denizci soğuktan ölmemiştir, soğuktan öleceğine inandığı için ölmüştür.
(Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’)
Peki bilinçaltımızı ikna ederek ve değiştirerek amaca ulaşabilir miyiz? Bunun için her şeyden önce inançlarımızı değiştirmemiz gerekir.
Yaşadığımız her şey bizim seçimimizdir. Bunu anlarsak işler daha kolay olur. Yaşadığımız olayları olumluya çevirmek bizim elimizdedir yani bizim “ seçimimizdir.”





Bilinçaltınıza alacağınız her kaydı sorgulayın, sizin yaşamınıza zarar verecek her kayda “Hayır” deyin. Bundan sonraki aşama olumsuz kayıtların ve korkuların tespitidir. Korkularımızı önce kabul etmemiz gerekir. Daha sonra da bu korkuları olumluları ile değiştirmemiz gerekir. En önemlisi çok sık tekrar etmektir.
Sonuç olarak bilinçaltımız bizi yönetiyor. Eğer onu yönlendirebilirsek istediğimiz hayata kavuşabiliriz. Kendimize ancak kendimiz yardım edebiliriz. Bunun için kullanılacak çeşitli metotlar vardır: Reiki, NLP, Hipnoz… hepsinin ortak amacı bilinçaltını yeniden programlamaktır. Lütfen ne istediğimizi düşünüp sonra ona sahip olalım.

Bilelim ki “neye inanırsak onu yaşarız.”

Bu yazı, misafir yazar olarak Rana Kadıoğlu tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Blog Yazmak İnsana Ne Kazandırır?

Blog Yazmak İnsana Ne Kazandırır?

Blog yazma süre zarfımda bu işlemin bana neler kazandırdığını gördüm ve tecrübe ettim. Bu yazımda size blog yazmanın faydalarını ve bizlere neler kattığını anlatacağım. Burada yazanların hepsi benim yaşamış ve tecrübe ettiğim faydalardır. 2 Aylık blog yazma serüvenimde hayatım düzene girdi diyebilirim.

Blog Yazmanın Faydaları

Blog yazmanın yararlarını sizinle bir liste şeklinde paylaşmak istiyorum. Benim için en önemli olanı disiplindir.

Düzen ve Disiplin:

Hayatını benim gibi düzene sokmakta sıkıntı çeken herkese tavsiyem blog yazmalarıdır. Yazdığınız yazıların bir okuyanının olması sizi onlara karşı sorumluluk sahibi olarak gösteriyor ve sizi sürekli yeni yazı yazmaya itiyor. Bunun sonucunda siz de günlük yazı yazmaya çalışıyorsunuz ve bir düzene giriyorsunuz. Bilgisayarın başına oturduğunuz saat, kalktığınız saat belli oluyor. Bu da sizin zamanı kontrol etmenize yarıyor. Bana en çok katkısı bu yönde olmuştur.




Arkadaş Çevresi ve Yeni Kişiler

Blog yazmaya başlarken düşüncelerim arasında olan yeni kişileri tanıma projemi gerçekleştirdim. Yeni dostlar ve arkadaşlar edinmek hayatımda tattığım en iyi şeylerden biri. Blog yazarken yaşıtım ve benden büyük bir çok kişiyi tanıdım ve dost edindim. Yeni nesil çocuklarından olmam sebebiyle biraz asosyal olduğumu düşünüyordum. Yazılarımı paylaştıkça ilgi çekmeye ve arkadaşlar edinmeye başladım. Blog kardeşliği kurduk, orada sohbetler ediyoruz. Bu gerçekten çok güzel bir duygu. Yeni kişiler tanımak için siz de blog yazabilirsiniz.

Saygınlık

Aklıma bu işe girerken hiç gelmeyen bir durumdu. Blog yazmak etrafınızdaki insanların size bakışlarını çok değiştiriyor ve onların gözünde daha saygın bir birey haline geliyorsunuz. Sizi tanımak isteyen bir kişiye blogunuzun adresini vererek hiç yorulmadan kendinizi ona anlatabilirsiniz.

Öğrenme Kabiliyeti

Yazı yazmak için okumanız gerekir. Blogçuların ilk şartlarından biridir. Siz bir yazıyı okur ve bilgi sahibi olursanız ancak o şekilde öğrendiğiniz bilgileri diğer insanlara aktarabilirsiniz. Bilgiyi aktarmak için okumak gerekir, okuduğunuz makaleden öğrenmek istediğiniz bir bilgiden daha fazlasını öğrenebilirsiniz. Bu da sizin ekstra bilgi kazanmanızı sağlar.

Blog yazmak insanlara normal düzeyde katkı sağlarken, benim gibi öğrenci arkadaşlara en üst düzeyde katkı sağlamakta. Blog yazmanın yararlarını buraya yazarak bitiremem. Benim aklımda olan ve faydasını gördüğüm bunlar. Blog yazmanın yararları hakkında sizde görüşlerinizi yorum olarak belirtebilirsiniz.

Yazar Hakkında 

Merhaba Ben Onur Çakır sizlere Kişisel Blog adresimde özgün içerikler üretmeye çalışıyorum. Yazılarımda kendi düşüncelerimi, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri aktarıyorum. Tüm bunlara ek olarak WordPress, SEO gibi alanlarda kaliteli yazılar yazıyorum. Umarım blogumu beğenirsiniz.

Üzgünüz, şu an hiç anket bulunmuyor.



5 Eylül 2016 Pazartesi

Google Earth

Kısa Hikaye – Google Earth

Gamze’yle evde boş insanlık uyguluyoduk. Google Earth’e sardık. Evimizi yurdumuzu bulup mal mal şenleniyoruz. Bu kendi dükkanını buldu, tabela daha eskiymiş o zamanlar ahı ahı yaptı filan… Duygusallık oluştu. O gazla bizim yeni evin koordinatlarını girdi. Ev şuan sıfır olduğu için inşaatlık halini görürüz, acayiplik olur dedik. Sonuçta Google eski görüntüleri veriyo, günlük diil. Bu mausla sokağa girdi; yaklaşıyo yaklaşıyo yuvamıza… Bir heyecan pıtırtısı oldu bizde. Mausla yürüdükçe yüzler gülüyo. Apartmana bi geldik, bizim bina ayakta! Has. Dümdüz apartman! Şimdiki hali. Hani sıfırdı lan bu apt, hep varmış ya. “Ev sahibi bizi mi yedi” olduk. Alllaaaaaaah diye cinnete kalkıcaktım ki, Gamze biraz daha girdi zumlamayla. O da ne! Kapının önünde öpüşme pozisyonunda 2 kişi bulunuyo! Bir kız, bir erkek, dip dibe. Oturdum yerime. Gamze son zumunu da yapınca ben, dileleleelele! Alnımdan 5 litre ter aktı aktı yüzceğizimi komple yıkadı gitti. Gözlerim çıkıyo giriyo! O kişi benim! Gamze’yse oturduğu yerde zıpladı! O saniyeden sonra kişilik değişti kızda! Böğürüyo. Hayko Cepkin müziği yapıyo bana. Böğürmenin içinde “Bu kadın kimm” cümlesi duyuluyo hafif. Önce “Ne kadını, ne diyosun” gibi bol bol ne ne ne çektim. Aptal yaptım. “Yok artık o ben miyim ki ordaki. E yuh” dedim. Ama gerçekten orda ne arıyorum, o kadın kim, noluyo damla bilgim yok. Tanımam etmem. Bu bi şaka olmalı durumundayım.

Kısa hikaye – google earth

Gamze delire delire iç odalarımıza koştu. Ben makas alıcak saplıycak diye bekliyorum. Şu an bıçaklanmayı bekliyorum koltukta. Hatta kalbime gelmesin diye koltukta ters döndüm, arkamı sundum. Hadi bism… İçerden devrilme, düşme kalkma efektleri duyuluyo boyuna. Pardon evi dağıtma evresine mi girdi bu? Daha beni dövmedi? Bu fişek gibi geri belirdi. Elinde benim ishal renkli ceketim. Google Earth’te üzerimde duran ceket. Evet kesinlikle ekrandaki kişi benim. Bu gerçeği kabullenelim. Burdan yürüyelim…

Kıza bi ilahi güç gönderildi, poşet taşıyamayan çubuk kraker kollar beni evin içinde tur attırıyo… Yakamdan tuttu, bütün odalara soktu çıkardı. Her odada kavga ettik. “Yav valla tanımıyorum o kadını” diyorum bol bol. Laptopu fırlattığı yerden aldı tekrar gösterim yaptı bana: İnanamamakla beraber resmen ağız ağızayız kadınla. 1 saniye sonra birbirimize dalmışız yani belli. Son bir yıldır kimseyle bu pozisyonu yaşamadım eminim. Orda napıyoruz, kimdir, neden o pozisyondayım sokak ortasında, bunlar yok bende. Artık bunları bıraktım; en son ben ne içtim, kafamı ne gibi yerlere vurmuş olabilirim onu bulmaya çalışıyorum.

Gamze kıskançlık fişeklemesiyle konuyu araştırdı. Fotonun tarihini ceddini buldu. Yeniymiş. Geçen haftayı işaret ediyo bulgular. Ne? Geçen hafta mı? Kız kenara çekti kendini ağlamaya başladı. Orada “Google” devini görmesem fotoşop diycem. Ama bir Google Earth görseli nasıl fotoşop olabilir. Gamze’nin ağlama yerine gittim. Yeminler döküyorum. Bi de Google’a göre “öpüştüğüm” kadın baya bi güzellik sahibi. Boy da Gamze’nin üç topuklu üst üste giymiş hali gibi bi şey olunca, bu hırs hırs hırsss. Senii ınınınınnı… Biraz iyi oldu aslında kıskanılmak. Sevilme puanım arttı.

Gamze ağlamaktan yorulmuş, motoru durdurmuştu. Sessizlik olunca aklıma şey geldi. Bizim internetin yaratıcısı gibi takılan bi arkadaş var. Burak. Buro. Onu aradım; böyle böyle tabloyu anlattım. Benimkine yaranıyım diye hoparlörü dışarı saldım. Çocuk “Abi fotoşop ne arar Google Earth’te, gerçek görüntüdür” demez mi bağıra bağıra. Gamze vites arttırarak ağlıyo bu kez. Buro “Sen yine bi gönder fotoyu bakam” dedi. Çekip attım uğursuz ekranı. Beklemek…

Benimki ilişkide eşyalarını toplama evresine geçti. Bi sonraki evre yüze tükürme, dikkat. Şiirli konuşmalar yapıyorum, bütün yer dinlerinde-gök dinlerinde yemin ediyorum. “Yanıt vermiyor” kız. Sen yeni evimize daha 1 ayda nasıl kız atarsın, sokak ortasında hangi genişlikle öpüşürsün… En son bunun bacaklarına Smack Down kilidi yaptım. Yapıştım. Ayrılmam hadi kov beni yüreğinden. O sırada telefonum içerden beni çağırıyodu. “Hadi git telefonun çalıyo. Öpüştüğün karıdır” dedi. “Töbe yarappim”le birlikte belki Burak’tır diye koştum. Evet Buro. Buro önce bi kahkaha attı göklere. Sonra:

“Oğlum bu olay arada oluyo. İki görüntü üst üste geliyo filan. Bak aslında aranızda baya mesafe var, kız atıyorum 10 metre ötede, karşılıklı yürümüşsünüz o sokakta. Fotoğrafa yakınlaşınca anlaşılıyo zaten… Sistem hatası yani ama çok komik olmuş gerçekten…”

Ney ney neyyyy. Tabi yaa… Telefonu Gamze’ye fırlattım öğrensin gerçekleri köpe.

Bu Burak’la konuştu. İki dakka sonra benim mastika oynadığım salona gelip koşa koşa koşmalı sarıldı! Bu kez mutluluktan ağlıyodu! Özür diledi bol bol.  Biz basit duygusal dizi çeker gibi hareketler yaparken kapı çalındı. Ehe ehe diye gittim açtım. Bir adam. Kara kuru. Elinde silah bulunuyo.

“Ben üst kat komşun koçum. Sen misin lan benim karıyı apartmanın önünde zorla öpen!”

Dedi.

—–

Bu yazı, misafir yazar olarak Mehmet Ali Çatal‘a aittir. Kendisine teşekkür ederim…



2 Ağustos 2016 Salı

Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

Kısa Öykü – Geçici Sorumluluğun Ölçüsüz Mutluluğu

(Bu öykü, misafir yazar olarak Murad Ertaylan tarafından yazılmıştır. Kendisine teşekkür ederim. Web sitesine ulaşmak isterseniz bu adrese bakabilirsiniz).

Parkta yürüyorum, daha doğrusu köpek gezdiriyorum. Yan komşumuza ait bir kucak köpeği; Pakize teyze bacağını kırdı ve kocası da gececi, yani gündüzleri uyuyor. İşin bahanesi bu, söz konusu safkan bir Alman Kurdu olsaydı zaman bulunurdu. Adım gibi biliyorum ki, Adem abi bu küçücük hayvana tasma takıp, adımlarını onun kısa bacaklarına uydurarak dolaşmayı pek havalı bulmuyor. Biyolojik olarak Luluş bir Minyatür Kaniş, ama zavallıcık kıyafeti tamamlayan bir aksesuar vazifesi görüyor. Bu durum Luluş’un kabahati değil; ona sorsanız ne misafirliğe gidip dedikodu dinlemeyi, ne alışveriş merkezinde dükkan dükkan gezmeyi, ne de kuaför kapısında beklemeyi tercih eder. Şu anda yanımda son derece mutlu. Ağaçlardan yere süzülerek inen ve işlerini gördükten sonra dallarına geri dönen kuşlar kadar mutlu.

köpek

Pakize teyzeye sorsanız Luluş’tan kıymetlisi yoktur, en güzel kokan, en söz dinleyen, en arkadaş canlısı, en sağlıklı, en akıllı köpek odur. Hatta ortalarda Adem abi yokken açarsanız bu konuyu, hayatta Luluş’tan çok sevdiğinin olmadığını da kolayca öğrenebilirsiniz. Kendi halinde, gürültüsüz sakince yaşayan insanlara yakıştırılan ‘iyi insan’ tamlaması, Luluş’un ailesinin üstünde biraz eğreti durur. Adem abinin sesini milli maç geceleri haricinde duyan olmaz genelde, ama kapıcımız Muhittin’in deyimiyle Pakize Sultan epeyce gür seslidir. Telefonda ne konuştuğunu yan evden rahatca dinleyebilirim. Luluş’un oyuncağına takılıp düştüğünde ise opera sanatçılarına meydan okuyan bir performans sergilemişti Pakize teyze. O çığlık, Edibe hanımın kulağına bile ulaşmıs olabilir.

Diğer taraftaki komşumuz Edibe hanım, seksenine merdiven dayamış öğretmen emeklisi bir dul. Ne siz onu duyarsınız ne de o sizi; iki kulağına birden taktığı işitme cihazına rağmen bir yılan kadar sağırdır. Uzak yol kaptanı olan eşi, ben doğmadan önce bir kazada hayatını kaybetmiş. Annemin söylediğjne göre, Mümtaz albay uzun boylu yakışıklı bir adammış. Babama bakarsanız, deniz kazası bir tezgahtır, adam gittiği bir limanda sevgili yapmış ve yakasını kurtarmak için bu dümeni bulmuştur. Annem şiddetle itiraz eder, hikayenin bu versiyonuna, o tarihteki vapur kazası haberini kendi gözleriyle okumuştur. Babam her olayda görünmeyeni keşfetmekteki ustalığıyla övünür ve güler gecer annemin isyanına. Evet, ortada batan bir gemi var ama kimin kullandığını bilmiyoruz Banucum, der ve annemi büsbütün öfkelendirir. Detaylarla bu kadar alakadar olduğuna göre belli ki senin de bu tür planlar kurcalamış zihnini, ama tilki kurnazlığı bana sökmez Gökhan, andım olsun ki saklandığın delikte bulurum seni. Annemin öfkesi, babam kadar beni de güldürür. Sinirlendiğinde gözlerini aça aça konuşur ve normalde ağırbaşlı olan ses tonu, bir kız çocuğununkini andıracak şekilde incelir. Canım annem bu ittifakımıza da bozulur bozulmasına ama neşemize daha fazla malzeme vermemek için susmayı yeğler.

Hafifçe ürpermemden güneşin battığını ve donüş saatinin geldiğini anlıyorum. Arkadaşımın da pembecik dili dışarı çıkmış, yorulmuş Luluş. Bugünlük bu kadar yeter. Yarın akşam nasıl olsa yine beraberiz. Doktor, Pakize teyzeye bacağını bir ay boyunca dinlendirmesini öğütlemiş. Daha kaç hafta kaldığını bilen, şu anda bu dinlenme süresinin neresinde olduğumuzun hesabını tutan yok. Pakize teyzenin işine geldiği ölçüde benim de hoşuma gidiyor bu belirsizlik. Canıma minnet, her gün yirmi dakika özgürüm. Kendi kendimin patronu olmakla da sınırlı değil bu keyif, ben ne yöne gitmek istersem Luluş da peşimden gelir. Rotamız bazen köşedeki fırının önünden geçer, bazen arka sokaktaki okulun yanından. Kimi zaman deniz görünen tepeye çıkarız kimi zaman da bu parka geliriz.

Luluş’u para karşılığı gezdirmiyorum, yürüyüş dönüşü Pakize teyze şeker, çikolata falan ikram eder bana ama dişlerime zarar verir diye yemem. Luluş’la gezmeyi seviyorum, kısacık park gezilerimizde bile sanki o benimmiş gibi hissediyorum. Bana ait bir köpeğim olmasına ne annem ne babam izin veriyor, hemfikir oldukları nadir konulardan biridir bu. Üstelik sadece köpeklere karşı değildir bu ortak duruş, hayvan almam tümden yasaktır. Sorun ya tüyüdür ya kakası, kokusuna olmazsa mutlaka gürültüsüne kulp bulurlar. Hadi kediden köpekten geçtim, çok daha az ilgi isteyen balık, hamster, kaplumbağa önerilerim bile hep aynı duvara toslayınca bu sevdadan vazgeçtim.

Yaşasın tüylü dostum! Pakize teyzeyle zevklerimiz pek örtüşmese de, bence de Luluş dünyanın en tatlı, en oyuncu, en eğitimli, en sadık köpeğidir.



13 Kasım 2015 Cuma

6 Adımda Blogunuzu Tanıtma Fırsatı

6 Adımda Blogunuzu Tanıtma Fırsatı

Son yıllarda blogların yarısı çöp oluyor, nedeni bloglarını tanıtamamalarıdır . Bunun sonucunda ise bloglar kapatılıp çöp oluyor o yüzden ben de bu yazımda bir kaç ipucu vermek istedim.

6 Adımda Blogunuzu Tanıtma Fırsatı
6 Adımda Blogunuzu Tanıtma Fırsatı

Başka Bloglara Reklam Verin 

Bu yöntemi yapan bir çok blog vardır ve eski olmalarına rağmen de işine yarıyor, özellikle yeni bloglar bu işte çok kazançlı çıkabilir. Banner reklamı, tanıtım yazısı reklamları verebilirsiniz, tabiki de herkese değil. İlk önce blogun yorumlarına filan bakarak güvenebilirsiniz ve böylelikle başka bloglara reklam vererek iyi bir trafik yakalayabilirsiniz.

Hürriyet Bumeranga Üye Olun

Gelelim Hürriyet Bumeranga, üye olmanızı tavsiye ediyorum bu sayede çok büyük trafik elde edebilirsiniz. Sadece trafik değil gelir bile elde edebiliyorsunuz, bir Hürriyet Bumerang üyesi olarak size tavsiye ediyorum.

Sosyal Medyada ve Forumlarda Tanıtın

Facebook veya Twitter adresleriniz varsa, bir de takipçileriniz varsa bu yöntemden faydalanabiliriz. Bir de forumlarda konu açarak tanıtımınızı yapabilirsiniz yani bir blogu tanıtmada en önemli unsur sosyal medya ve forumlardır.

Blogunuzda Çekiliş Yapın

Blogunuzda çekiliş yaparak bol yorum alabilirsiniz ve çekilişi yukarıda bahsettiğim gibi sosyal medya ve forumlarda tanıtarak bu açıdan takipçi kazanabilirsiniz.

Dost Blog Bulun 

Genelde dikkat ederseniz bir blogcunun paylaşımına başka bir blogcu yorum atabiliyor yani bir blogu blog yapan diğer blogculardır bu yüzden mim alabilir blogunuzu tanıtma fırsatı ve güzel dostluklar kurabilirsiniz.

İçeriklerinize ve Tasarımınıza Dikkat Edin 

Sadece reklamla olmaz bu işler, reklam verdiğiniz sitenizi ziyaret eden insanların girip çıkma şansı yüksektir bu yüzden bol bol içerik üretmek ve tasarımınıza dikkat etmek gerektir ve son olarak örneğin blogunuz Teknoloji blogu ise Teknoloji sitesine reklam veriniz bu açıdan sitenize ziyaret sayısı yüksek olur.

Bu yazı Misafir Yazar olarak Vaveyo tarafından hazırlanmıştır.




27 Ağustos 2015 Perşembe

Hastalıkların Psikolojik Sebeplerine Farklı Bir Bakış

Hastalıkların Psikolojik Sebeplerine Farklı Bir Bakış Açısı

Bir çok hastalığımızın ortaya çıkmasına sebep olarak stresi gösterebiliriz. Etkisi ilk başta görünmese de zaman içinde hastalıkları tetikleyerek kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Aşağıdaki yazı, hastalıkların sebep ve çözümlerine bu anlamda farklı bir bakış açısıyla yaklaşan misafir yazara ait. Kendisine yazı için teşekkür ederim.

“Bir gün bütün hastanelerin ve yardımcı sağlık kuruluşlarının müşterisizlikten kapısına kilit vurulduğunu görsek, acaba bunun bir rüya olduğunu mu zannederdik? Yahut hastalıklarımızı kendi kendimize tedavi etsek ve bu da kesin mümkünse?

Hastalıkların Psikolojik Sebepleri
Hastalıkların Psikolojik Sebepleri

Geçtiğimiz yirmi yıl içinde tıbbi müdahaleler ve yardımlar çok modern, çabuk ve ulaşılır oldu. Ancak az bilinen ve nadir görülen hastalıklar da yaygınlaşmaya başladı. Şeker, tansiyon, migren artık sıradan hastalıklar. Kalp, böbrek, karaciğer, alzheimer ve psikolojik rahatsızlıklar ise revaçta!

İnsanlık tarihi boyunca hiç bir inanış, öğreti, dini akım hastalığı onaylamamıştır. İslam inanışında Hz. Peygamber hastalığı bir ayıp, Hz. İsa şeytanın esinlemesi olarak tanımlamış ve karşı çıkmıştır.

Peki ne oluyor da biz rutinin dışına çıkıyoruz ve hastalıklarla kardeş oluyoruz? Hastalıklarımızın temelinde ruhsal dediğimiz önce psikolojimizi akabinde bedenimizi çökerten negatif enerjiler söz konusudur.

İşte size birkaç örnek:

Göz Hastalıkları: Geleceği, ileriyi görememekten kaynaklanan rahatsızlıklar.

Kulak hastalıkları: Duymak istemediğimiz şeylerin fazlalığından ötürü oluşan rahatsızlıklar.

Migren : Kendimizin ve yakınlarımızın dertlerini çözmek için kafa yormak ama başaramamak.

Boğaz: Haksızlıklar karşısında veya konuşmak gereken yerde susmaktan ötürü meydana gelen rahatsızlıklar.

Akciğer, göğüs, kalp : İnsanların ve hayatın bizi yorup artık nefes alamayacak hale gelmemiz sonucu oluşan rahatsızlıklar.

Pankreas: Sizi aşırı derecede üzen kişiyi affetmemeniz sonucu organınızın yavaş yavaş çürüyerek oluşan rahatsızlık.

Mide : Haksızlıkları hazmedemediğinizde mideniz de hazmedemez!!

Safra kesesi: İnsanlara doğruları anlatırsınız, yapılan yanlışları düzeltmeye çalışırsınız. Ancak kimse sizi kaale almaz. Bu üzüntüyle kendinizi bitirerek safranızı çürütür ve en sonunda aldırmak zorunda kalırsınız.

Hastalıkların çözümü nedir?
Hastalıkların çözümü nedir?

Saçımızdan ayak parmağımızdaki tırnağa kadar bütün hastalıkların nedeni ruhsaldır. Çaresi aslında o kadar kolay ki! Kendimizi sevmek. Kendimize odaklanmak, kendi eksikliklerimizi tamamlayıp pozitif yönlerimizi çoğaltmaya bakmak.

Herhangi bir hastalığa yakalanmışsak kendimizi sağlıklı ve iyiymiş gibi hissetmek zorundayız. Hastalığa karşı beynimizi sonuç odaklı çalıştıracağız.

Daima hatırlayın; siz sağlıklı ve mutlu değilseniz çevrenizdekilere vereceğiniz tek şey sıkıntı olacaktır. Ve insanlarla paylaşmak zorunda olduğunuz tek şey sevgidir.”

“Bu yazı, Fadet Kedi müstear isimli misafir yazar tarafından yazılmıştır”.



11 Mayıs 2015 Pazartesi

Kendi Bisikletinizi Nasıl Yaparsınız? Kadro Çeşitleri

Kendi Bisikletinizi Nasıl Yaparsınız? Kadro Çeşitleri

Çok titiz birisiniz ve bisiklet almak için internetin altını üstüne getirdiniz, şehrinizdeki bisikletçilerle neredeyse senli benli olmak üzeresiniz ve epey bir bilgi sahibi olduktan sonra; tüm markaların bisikletlerinde hayalinizdeki bisikletle bir türlü karşılaşamadınız. Hayalinize yaklaşanlar epey pahalı, belki de üzerindeki bir kaç parça veya epey bir ekipmanı dilediğiniz gibi değil.

O zaman kendi hayalinizdeki bisikleti toplama şansınız olsa neler neler yapabiliriz bir bakalım mı? Bakalım:

Bir bisiklet toplamak isterseniz, kadro ile başlamak gerekli midir? Aslında değildir ama kadro ile başlamak en iyisidir. Çünkü kadro, bisiklet üzerindeki neredeyse tüm ekipmanın takıldığı; bütün eziyeti yerine göre göğüsleyen, bisikleti derleyip toplayan ana unsurdur.

Kadro ile başlamaya karar verdiğinizde karşınıza 3 ana kadro seçeneği çıkacaktır. Benim çocukluğumun kadroları olan çelik kadrolar birincisi; sonraki nesil aluminyum alaşım kadrolar ikincisi ve üçüncü seçenek ise karbon kadrolar olacaktır. Ahşap kardo tasarlayan ve keyfe keder üreten tektük internet haberine rastlamanız dördüncü seçenekte ahşapmış algısı yaratmasın sizde; ahşap kadrolar internet haberinden öteye geçmez. Yollarda rastlamanız neredeyse imkansız. Herşeyin plastiği olurda kadronun olmaz mı? Olmaz. Henüz yok. Sadece ve sadece çocuk bisikletlerinde mümkün.

Çelik kadrolar hakkında benim bildiklerim; ağır, sağlam, paslanan, boyasına dikkat edilmesi gereken kadrolar oldukları. Günümüzde, uzunca bir süre karne bisikleti diye söylene gelen, ucuz ekipmanlı bisikletlerde hala kullanılan kadrolar.

Çelik kadro
Çelik kadro

Ucuz olmalarının sebebi, geleneksel olması, celik kaynağının nispeten kolay ve işçiliğinin ucuz olması sayılabilir. Günümüzde, yeni işleme yöntemleri ile tekrar kullanılmaya başlayan çelik kadroları öne çıkaran en önemli unsur esnekliği. Elbette bu esneklik yapısal anlamda. Şimdilik marka bisikletlerin, fixie tabir edilen, vitessiz (aslında tek vitesli) modellerinde kullanılıyor. Karne bisikletlerinin ise olmaz ise olmazı. Bana soranlara, eğer uzunca yıllar bisiklete keyifle binmek istiyorlarsa önermiyorum. Çünkü hali hazırdaki çelik kadrolara sahip bisikletler, 20 kilo ve üstü ağırlıkta. Bisiklete heves eden birisi, ilk yokuşta, bisikletten inipte bisikleti itmek gibi bir lüksü olduğunun farkına varmaz ve yokuşları birbiri ardına çıkmak isterse, o bisikletle bu son sürüşü olacaktır. Tabii ki bu belirli yaşın üzerindeki kullanıcılar için geçerli. Çocuklara bisiklet olsun,  onlar yorulduklarını anlamıyorlar.

Sonra sonra alüminyum alaşım kadrolar çıktı. Ülkemize ilk gelenler metalik renkli kadrolardı. Hepimizin hayali idi ve Tayvan kökenli kadrolardı.

Alüminyum Alaşımlı Kadro
Alüminyum Alaşımlı Kadro

Markasız, toplanmayı bekleyen güzelliklerdi ilk gördüğümde. Bazı marka bisikletlerin sürmeye hazır aluminyum kadrolu bisikletleri de vardı ancak fiyatları oldukça pahalıydı. Bu dediğim 1990lı yıllar. Bu kadrolar ülkemizde uzunca yıllar üretilemedi cünkü özel bir kaynak cihazı ve özel bir kaynak tekniği kullanılıyordu. Ustası yoktu anlayacağınız. Bu kadrolar artık tüm karnedışı bisikletlerde kullanılıyor. Oldukça hafif kadrolar bunlar. 1200 gramdan başlıyor ağırlıkları. Daha hafifleri de illa ki var ama bisiklet aleminde bir ürün ne kadar ortalamadan hafif olursa fiyatı aynı nispette pahalı oluyor. Bu kadroların ömürleri fena değil.

Sonra sonra karbon fiber kadrolar çıktı. Hafiflikte üzerlerine yok. Ama böyle yazdım diye bunlar çoook hafif sanılmasın. Alüminyum kadrolardan yer yer 50 ila 200 gram arası hafifler.

Karbon Alaşımlı Kadro
Karbon Alaşımlı Kadro

Özel bir teknikle üretiliyorlar. Genelde profesyonel yarışçılar kullanıyor ve tercih ediyor. Zira bir yarışta 1 gram hafif bir bisiklete güç aktarmak bir yarışmada, bisikletçi için avantaj. Marka bisikletler artık epeyce karbon fiber kadrolu bisiklet serileri üretiyor. Fiyatlar eşdeğer aluminyum bisikletlere göre, 250 ila 1000 dolar arası daha pahalı. Ancak karbon fiberin bana göre önemli bir kusuru var; kırılgan olması. Karbon fiber bir kadroyu sert bir yüzeye carparsanız kırılabiliyor. Hatta tork gösteren bir anahtarla bir miktar bir yerini fazla şıkıştırmanız kırılmasına ve çatlamasına sebep oluyor. Benim param var, titizi biriyim de diyorsanız karbon fiber kadro almanızda elbette bir sakınca yok.

Size bir sır vermem gerekirse; ülkemizde satılan kadrolar ve fiyatları ile üretildiği yerdeki fiyatları arasında epey bir fiyat farkı var. Nakliye, gümrük vergisi, dağıtımcı karı, bayii karı gibi detaylar eklenince karşılacağınız fiyatlar bazen dudak uçuklatabiliyor.

Ben tercihimi ilk alüminyum kadrodan yana kullanırdım. Sonra güzel işçiliği olan hafifçe bir çelik kadroyu tercih ederdim. En son ise elim mahkumsa karbon fiberden yana tercihimi kullanmak zorunda kalırdım.



Bu yazı Mehmet Levent tarafından kaleme alınmıştır.

Kadro ve diğer bisiklet parçaları için bu yazıya bakabilirsiniz.

11 Aralık 2014 Perşembe

Koleksiyonculuk Nedir? Nelerden Koleksiyon Yapılır?

Koleksiyonculuk, ilgi duyulan herhangi bir alanda, yine ilgi duyulan nesnenin araştırılması, toplanması, özenle varsa çeşitlerine göre ayrılarak bakımlarının yapılması, yıllar itibari ile sayılarını artırarak biriktirilmesi ile ortaya çıkan bir hobidir.

Koleksiyon
Koleksiyon

Koleksiyon yapmak özen, zaman, sabır ve elbette koleksiyonu yapılacak materyale göre maddiyat gerektirir. Koleksiyon yapmak için araştırmayı sevmek gerekir. Seçtiğiniz nesne her ne ise nerelerden bulabileceğinizi, yıllar geçtikçe bozulmaması açısından nasıl korumanız ve saklamanız gerektiğini bilmelisiniz.

Şüphesiz nesnenin kendi içinde çeşitleri olacaktır. Zamanla bunların özelliklerini öğrenebilirsiniz. Bunları temin etmek için maddi imkânınızın da olması gerekir. Yaptığınız koleksiyona göre maliyeti değişir. İmkânlarınız dâhilinde bir koleksiyon yapmak en akıllıcadır. Ancak bazen öyle parçalar yakalarsınız ki, çok nadir bir parçadır, bir daha aynısını bulmanız mümkün olmayabilir, dolayısı ile fırsatı kaçırmamak için imkânlarınızı bir derece zorlayarak o parçayı koleksiyonunuza ekleyebilirsiniz.

Koleksiyon yapmak belirli süreli bir şey değildir. Her ne yaşta olunursa olunsun başlanabilecek, bir ömür sürebilecek bir hobidir. Hatta hem bir ömür sürebilecek hem de insanı her daim geliştirecek nadir hobilerdendir.

Koleksiyon yapacak kişi sabırlı bir kişiliğe sahip olmalıdır. Koleksiyon zaten bir ömür devam edebilecek bir hobi olması ile birlikte koleksiyonda toplanan nesnenin çeşitliliği, temin edilmesi çok meşakkatli bir iştir.






Koleksiyon yapmak maddi bir imkân gerektirdiği için devamında satılması da çok konuşulan bir konudur. Ama şu bir gerçektir ki hiçbir koleksiyoncu koleksiyonunu satmak amaçlı başlamaz koleksiyon yapmaya. Sadece koleksiyonu elden çıkarmak zorunda kaldığı zamanlar olabilir ya da çok nadir olarak sıkıldığı için koleksiyonu satabilir.

  

Şu ana kadar yapılmış olan, yapılmaya devam eden koleksiyon çeşitlerinden bazıları:

  • Antika (gramofon, daktilo gibi.)
  • Araba (klasik arabalar gibi.)
  • Ayakkabı (Chuck Taylor All Star modeli gibi.)
  • Atkı (taraftar atkıları gibi.)
  • Deniz kabuğu
  • Dergi
  • Desenli peçete
  • Düğme
  • Forma (basketbol, futbol, buz hokeyi gibi.)
  • Gazete
  • Jeton
  • Kalem
  • Kart (eski arabalar gibi.)
  • Kartvizit
  • Kitap
  • Kitap ayracı
  • Magnet
  • Maket araba/ gemi/ motosiklet/ otobüs/ uçak
  • Misket
  • Milli Piyango Bileti
  • Müzik plakları/ kaseti/ diski/
  • Oyuncak araba/ gemi/ motosiklet/ otobüs/ uçak
  • Oyuncak adam/ asker
  • Para (madeni para, kâğıt para)
  • Pet şişe kapağı
  • Pul
  • Resim (yağlıboya tablolar gibi.)
  • Rozet/ madalya (mineli rozet vb.)
  • Saat
  • Sigara Paketi
  • Takı (kolye, yüzük, küpe, bileklik gibi.)
  • Telefon Kartı
  • Tespih
  • Zekâ oyunları

Bu yazı, Misafir Yazar olarak Emre Örskıran tarafından yazılmıştır. İlk yazısı için kendisine teşekkür ederim..




19 Eylül 2014 Cuma

Hangi Bisikleti Almalıyım? (10) Çocuk Bisikletleri

Hangi Bisikleti Almalıyım? yazı dizisi 10. bölüm. Bu yazıda Çocuk Bisikletleri ele alınacaktır.

Şöyle bir modelle başlayanları görüyorum. Çok sevimli ve iki işleve sahip. Hem bir puset, hem bisiklet.

Tabii ki şu haliyle tamamen bir büyüğün gözetimine ve idamesine ihtiyaç duyuluyor. Bundan bir sonraki aşama ise,

Ebeveyn kontrolünden kurtulmuş özgür bisiklet. Tabii bunun büyükler için olanları da varmış,

Ama bu konumuz dışında. Şöyle bir 3 tekerlekli çocuk bisikleti ise biraz kafa karıştırıcı.

Bu bisikletler, 5 yaşlarına kadar çocukların bisiklet ihtiyacını göregelmiştir ama şimdilerde hemen 24 aylıktan itibaren aşağıdaki bisikletleri öneriyor uzmanları. Tay tay sürsünler zamanla dengeleri otursun diye.

Tamamı ahşap, plastik, metal çeşitli materyallerde üretimi yapılıyor bu şirin şeylerin ve 2-4 yaş aralığına hitap ediyor.

Tay tay bisikletle iki tekerlekli bisikleti binmeyi öğrenememiş, 3 tekerlekli bisikletler içinde artık epeyce büyümüş evladımıza iki tekerlekli bisiklet alırken arka tekerleğe sağlı sollu monte edilmiş iki adet denge tekerlekli bisiklet tercih edebilirsiniz. Bu denge tekerlekleri bisiklete alüminyum aparatlarla bağlanır. Bu alüminyum bağlantılar zamanla eğilir. Evladınız bisiklet üzerinde eciş bücüş yamru yumru bisiklet sürüyor diye gidip şöyle sağlamından iki adet denge tekeri aramayın. Bu tekerlekler zamanla eğilip çocuk dengede kalmayı öğrensin diyedir. Kırılırsa ve evladınız hala öğrenemediyse gidip yenisinde bir çift daha denge tekeri alın.

Bisiklete binmek, yürümek gibi, bir kez öğrenildi mi asla unutulmayan bir eylemdir. O nedenle ne kadar erken öğrenilirse, öğrenme aşamasındaki acılar hem geçmişte kalır hem üst bilinçten alt bilince bu işlemin aktarılması daha kolay olur.

Bu yazı dizisi Mehmet Levent tarafından kaleme alınmaktadır.

Diğer bisiklet yazılarına bu kategoriden ulaşabilirsiniz:

http://www.suatsaygin.net/category/geziveyasam/bisikletyazilari/



15 Eylül 2014 Pazartesi

Hangi Bisikleti Almalıyım? (9) Yollarda Pek Göremeyeceğiniz İlginç Bisikletler

Bu yazıda piyasada bulabileceğiniz fakat yollarda pek göremeyeceğiniz ilginç modeller ele alınacaktır.

Bisiklet modelleri, tasarımcıların zihinlerinde türlü şekiller alıyor. Bu mucitlerden kimisi bu tasarımları profesyonel olarak gerçekleştirirken, kimi amatör tasarımcılar ihtiyaçları doğrultusunda yeni modeller oluşturuyor. Alışılagelen bisiklet görüntüsü nedir; bisiklet dediğimizde zihnimizde oluşan görüntü kısaca iki tekerlekli mükemmel bir makinedir değil mi? Pekala o zaman biraz da bu modellere bakalım.

Tek Tekerlekli Bisikletler

Bu bisikletleri, televizyonda sirk gösterilerinde sıkça görürüz ama merak ederseniz, almak isterseniz artık ülkemizde de satılıyor. Ben binmedim, açıkçası korktum ama binebilen birini izledim ve yorumlarını aldım. Yaklaşık 10-12 metre kadar önümde sürdü delikanlı ve açıkçası yarım saatlik bir bisiklet yolculuğu kadar yorucu ve dikkat gerektirdiğini bildirdi. 170 euro ya ülkemizde bulmanız mümkün. Yabancı sitelerde unicycle diye aratarak bulabilirsiniz. Ben önermem 40 yaşında biri olarak ama farklı olmak isteyenler için uygun.

Üç Tekerlekli Bisikletler

Sıklıkla sahil kasabalarında ve gençliğinde bisiklete binmeyi öğrenememiş hanımefendilerin kullandığı bisikletlere aşinasınızdır az buçuk. Ancak Ankara ve İstanbul gibi şehirlerde rastlamanız zor, imkansız değil. Bu bisikletleri deneyenler eğer iki tekerlekli bir bisiklete binebiliyorlarsa bir sıkıntı ile burun buruna gelmiştir. Bu bisikletler ile hızla bir viraja girdiğinizde, iki tekerlekli bir bisikletteki gibi viraja doğru yatarsanız devrildiğini deneyimlersiniz. Mümkünse virajları yavaş dönmeli, bisiklete alışana kadar viraja girdiğinizde, virajın aksi istikametinde ağırlığınız vermelisiniz. Hiç bisiklete binmeyi bilmeyenler, bu bisikletlerle böyle bir sorun yaşamamaktadır. Sanırım, bu biz iki tekercilerin, alt beyine bisiklet hareketini çok önceden kodlamamızdan kaynaklanıyor.

Bu bisikletlerle yük taşımak, insan taşımak (bir nev’i yük) mümkündür.

Bisiklete küçüklüğünde bir üç tekerlekli bisikletle merhaba diyenler için daha sonrasında iki tekerlekli bisikletlere geçmeyenler için güzel nostaljik anlar sizi bekliyor derim.

Bir de aşağıdaki şekilde üç tekerlekli bisikletler var. Evet piyasada temini zor ama imkansız değil. Uzun tura çıkan ve bisiklet selesine oturmakta sıkıntı çekenler için güzel modeller. Bu bisikletlerin arkasına bir tur treyleri takıp uzun yola çıkmak keyifli olabilir.

Hatta bunların, iki tekerlekli ve ilk hareketi verene kadar sorun yaratan modelleri de mevcut.

Bu bisikletleri sürmek ilk hareketi verene kadar zor. Recumbent bisikleti derseniz karşınıza daha çok model ve tasarım çıkacaktır İnternette.

 

İki (daha fazla da olabilir) Kişilik ya da Tandem Bisikletler

Bir kitapta, birinci dünya savaşında, biri kollarını, diğeri bacaklarını kullanamaz duruma düşen iki arkadaşın çözümü bir bisiklet gibi okumuşluğum var ama şehir efsanesi de olabilir. Demek istediğim bisikletler işte böyle şeyler:

Bu bisikletlerin, şehir, tur, dağ versiyonları var. Ne kadar verimli orası tartışılır ama bisiklete binmeyi bilmeyen veya binemeyen insanlarla beraber hoşça vakit geçirmeniz mümkün. Hatta ülkemizde bir proje bile var; görme engelli arkadaşlarımız bu tüp biskletlerle açık havayı, hızı ve rüzgarı hissedebiliyorlar.

Kız arkadaşınızla romantik bir bisiklet sürüşü deneyimlemenizde mümkün ama bir tandem kullanıcısının bana altını çizerek söylediği ve ilk duyduğumdan bu yana yaklaşık 16 yıldır aklımdan çıkmayan bir öğüt var : “Tandem bisikletin yönetimi asla kadınlara bırakılmaz.” Cinsiyetçi bir yaklaşım gibi gelmişti bana ama yine de değerlendirmeye değer.

4 Tekerlekli Bisiklet

Bunlar gokart lar gibi bisikletler. Kullanmadım. Gördüm cazbetmedi açıkçası. 4 tekerlek 4 tane yere sürtünen yüzey demek. Bu ise yavaşlatıcı etki demek. Ama merak eden alıp/kiralayıp deneyimleyebilir ama nerelerde kiralanıyor benim bilgim dışında.

Dengeli, hayatınızı tehlikeye atmadan veya atarak sürebileceğiniz, keyif alacağınız, hava atıp farklı olduğunuzu göstermek isteyebileceğiniz birçok bisiklet tasarımından bazılarına değinmiş olduk.

Bu yazı dizisi Mehmet Levent tarafından kaleme alınmaktadır.



Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine

  Nietzsche’den Hayat Dersleri: Güçlü, Özgür ve Anlamlı Yaşamak Üzerine